Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Ocak 2011 Çarşamba

12 Kasım 2010 Cuma

Aradığınız Türkçe'ye Ulaşılamıyor

Son yıllarda günlük konuşmalarımıza varıncaya kadar dilimiz erozyona uğradı. Reklâmlardan tutunda, gazete, dergiye varıncaya kadar kullanılan yeni bir dil var Turkche?


- Oha oldum, çüş oldum! - Choq sheker ghos! Günlük yaşamda, çalışma ortamlarımızda ya da arkadaş ortamlarında kullanılan birçok yabancı kelime var ?Web, trend, dejenerasyon, mesaj, dijital, şov, printer, email, start, okey ? gibi. .. O kadar özdeşmişiz ki yabancılık çekmiyoruz. Bu kelimelerin Türkçe karşılığını zihinlerimizde aradığımızda bulmak ise bir hayli zor. Bu zorluğa dikkat çeken, hatta imdat kurtarın beni diye haykıran anadilimiz var. Anadilimizi bende çok seviyorum tıpkı ?Kemal Atalay? gibi? Kemal Atalay soruyor ?Alo Türkçe neredesin?? adlı kitabı ile? Türkçe cevap veriyor:? Tam içindeyim, yüreğinin, ruhunun derinliklerinde, düşüncenin çatısında, dilinin ucunda, her yerdeyim! ? Aklını başına devşirip, beni doğru dürüst kullanmanı bekliyorum.? Diyor. Kemal Atalay dilimizin önemine dikkatleri çekiyor. Sözcüklerimize kelimelerimize sahip çıkıyor. Almış eline oltasını Türkçemizi istila etmiş, paldır küldür içeri dalmış yabancı kelimeleri yakalayarak kurtarmaya çalışıyor. Kitaptan bazı başlıklar; Türkçe de Birgün Bizi ?By-pass? Edip paspasa Döndürecek ya! Seny Sevyyorum Türkçe! I?m The Best, Alayına Rest! Doğru Türkçe için ?Non-stop? TDK! mı? Türkçemizin yabancılaştığına her gün şahit oluyoruz. Yeni açılan birçok yer batılı olmak uğruna tabelasına ?che, chi? gibi ekleri eklemekten kaçınmıyor. Bildiğimiz börekçi ?börechi? oluyor. Bir milletin dili önemlidir. Diline sahip olmayan bir milletin varlığından söz edilemez. Kültürü de, kendide yok olmaya mahkumdur. 1945?den bu yana ve özellikle son yıllarda dilimiz tehdit altında. Türk dili nice güzellikleri, incelikleri, üstünlükleri, ahengi ile zengin bir dildir. Türkçe gibi zengin bir dilimiz varken üstelik Anayasamızda da ? Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür? ?Dili Türkçedir? Diye belirtilmişken yabancı kelimelerin tecavüzüne seyirci kalmak son derece üzücü. Üstelik yabancı kelimeler istila ederken dilimizi, dilimizden haince atılmak istenen ?kalem? gibi, ?cümle? gibi dilimizde önemli yere sahip sözlerimiz var. Türkçe bir kelime atmak birçok manayı da yok etmeye eşdeğer. Türkçemiz fakirleşiyor? Yabancı kelimelerle kendimizi ifade ederken daha karizmatik/ etkileyici güce sahip mi oluyoruz? Ya da Türkçemizi benliğimizi inkâr edip, utanıyor muyuz? Türkçe konuşmaktan. Ne dersiniz? Türkçe konuşalım! * * * Kemal Atalay ?Alo Türkçe Neredesin?? kitabı ile bu fakirleşmeye istilaya keyifle okuyacağınız, bazen hüzünleneceğiniz, bazen endişeleneceğiniz, bazen de güleceğiniz, akıcı anlatımı ile dikkatlerimize sunuyor. İlk fırsatta okumanızı tavsiye ederim. Kemal Atalay?ın da söylediği gibi; Anadilim benim benliğim; kendimi onunla bilirim, onunla ifade ederim. Anadilim, benim onurum, şerefim, gururum. Ben onsuz neyim ki? Koskoca bir hiç!

Ahmet Oktay: Muhafazakâr modernist

Emperyalizm, Roman ve Eleştiri, Ahmet Oktay'ın bütün yapıtlarının beşinci cildi olarak yayımlandı. Bu ciltte Oktay'ın daha önce yayımlanmış üç kitabının yanı sıra kitaplaşmamış yazılarının bir araya getirildiği “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak” adlı bir bölüm var. İthaki Yayınları, Ahmet Oktay (1933) külliyatını “Bütün Yapıtlarına Doğru” alt başlığında “ciltlemeye” devam ediyor. Emperyalizm, Roman ve Eleştiri başlığıyla yayımlanan beşinci cilt dört kitaptan oluşmakta:

Emperyalizm, Roman ve Eleştiri, Ahmet Oktay'ın bütün yapıtlarının beşinci cildi olarak yayımlandı. Bu ciltte Oktay'ın daha önce yayımlanmış üç kitabının yanı sıra kitaplaşmamış yazılarının bir araya getirildiği “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak” adlı bir bölüm var.

İthaki Yayınları, Ahmet Oktay (1933) külliyatını “Bütün Yapıtlarına Doğru” alt başlığında “ciltlemeye” devam ediyor. Emperyalizm, Roman ve Eleştiri başlığıyla yayımlanan beşinci cilt dört kitaptan oluşmakta: Romanımıza Ne Oldu? (2003), Anlatıların Aynası (2001), Şeytan, Melek, Soytarı (1998) ve daha önce kitaplaşmamış yazıların bir araya getirildiği “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak”. Külliyatı için yazdığı sunuş yazısında Oktay, yazılarının “özellikle 1980 sonrası entelektüel yaşamın bir eleştirel envanterini” çıkarttığını belirtiyor ve devam eden cümlelerde sol eleştirelliğinin yöneldiği tarihsel paradigma değişimini şu şekilde açıklıyor: “12 Eylül darbesi sonrasında egemen kılınan piyasa ekonomisi ve küreselleşme söylemi, o güne kadar egemen olan kültürel normların neredeyse tümünü geçersizleştirdi ve benim medyatik hedonizm olarak adlandırdığım ideolojik / estetik ve politik bir kopma sürecine bitişti. Son kertede, kültürel alanın büyük ölçüde yeni sağ ideoloji çevresinde üretildiği ve homojenleştirildiği 20 yılı aşkın bir dönem boyunca, Türk yazarları, tecimsel [(ticari)] konulara öncelik veren, ilk bakışta tarihsel görünen olay ve olguların, erotik ve pornografik konuların, polisiye ve serüven anlatılarının, kısaca söylersem toplumsal ve siyasal içeriği neredeyse görünmez kılınan bir popüler eğilimin peşinden gittiler.”

80 sonrasında ne değişti?

Bu cümleleri Emperyalizm, Roman ve Eleştiri'deki birçok yazıda, farklı şekillerde tekrar okuyabilirsiniz. Oktay, gayet kederli, kötümser ve nostaljik imalarla örülü bu cümlelerde, ısrarla üzerinde durduğu 80 sonrası paradigma değişimini genel olarak iki kavram etrafında şekillendiriyor: postmodernizm ve emperyal kanon. Roman kuramı bağlamında temel dayanağı ise Georg Lukács ve ondan yola çıkarak bir roman tanımı geliştiren Lucien Goldmann. Oktay bu tanıma sık sık atıfta bulunuyor: “Roman bozulmuş bir toplumda gerçek değerlerin araştırılmasıdır” (213). Oktay daha fazlasını belirtmiyor ama bu tanıma göre kapitalizm, bütünlüklü toplumların dengesini bozarak (Weber'in “büyü bozumu” dediği) çürümeye yol açar. Roman çürümüş, hakikati bozulmuş bu dünyada çürümemiş, bozulmamış, yani “gerçek” değerlerin araştırılmasıdır ve Oktay'ın “Romanımıza Ne Oldu?” diye sorarak yaptığı da 80 sonrası yazılan Türkçe romanın bu yönden ele alınmasıdır.

Bu bağlamda (genelleştirici ifadeler kullanmaya devam ederek) söyleyebilirim ki Oktay, Türkçe romanda postmodernist eğilimlerin 1980 sonrası ortaya çıktığını ve bu eğilimlerin, küreselleşen geç kapitalizme (Oktay yeni emperyalizm diyor) ve onun bir yansıması olan Amerikan kültürel tahakkümüne eklemlenen yazarların bilinçli / bilinçsiz katkılarıyla gerçekleştiğini iddia ediyor. Bu çözümleme belki fazla politik ya da “angaje” görünebilir ancak Oktay'ın 80 sonrası roman eleştirisine dair başlıca itirazlarından biri de, siyasal olanın görünmez kılınması; yani gerek eleştirmenin gerekse romancının “gerçek değerler” ile yeterince angaje olmaması. Nitekim Hece'nin roman özel sayısına yazdığı “Siyasal Roman Üzerine” başlıklı yazıda “1980 sonrası romanı, büyük ölçüde depolitize olmuştur ve yazınsal eleştiri de siyaseti bir tür hastalık olarak görmeyi / göstermeyi tercih etmiştir” (46) diyor Oktay. Her ne kadar “doğru bir siyasal / ideolojik görüşe sahip olmanın” (216) her anlatılanı roman yapmayacağını, romancının edimselliğinin elbette bir toplum bilimcinin edimselliğine indirgenemeyeceğini belirtse de, Ahmet Ümit'in 2000 yılında yayımlanan Patasana adlı romanında, 80 sonrası ve öncesi “toplumun verdiği vahşet görüntüleri” dururken, Asurlular ve Hititler arasındaki çatışmaların anlatılmasını, PKK ve Hizbullah eylemlerinin fonda “aksesuar olarak” kullanılmasını eleştiriyor (185). Başta Ahmet Altan olmak üzere, Elif Şafak, Orhan Pamuk ve Latife Tekin, Oktay'ın benzer bir şekilde eleştirdiği yazarlar arasında yer alırken, Tahsin Yücel ve Leylâ Erbil ise Oktay'ın olumlu örnekler olarak ele aldığı ve çözümlediği modernist yazarlar.

Ortodoks yaklaşım…

Ahmet Oktay'ın postmodernizm ve postmodern anlatılar konusunda fazla ortodoks bir yaklaşıma sahip olduğunu söylemeliyim. Bu ortodoks yaklaşımın Marksizm’den ziyade, Oktay'ın ulus devleti merkeze alan tarihselciliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Zira Oktay, 80 sonrası yazılan Türkçe romanları eleştirirken, bu romanların 80 öncesi dogmatik ikili karşıtlıklara dayalı düşünce üsluplarından özgürleştiğini; ulus devletin kuruluşundaki toplumsal sözleşmenin eksik ve gerçek bir uzlaşmanın çok uzağında kalmış bazı yönlerini anlatısallaştırdığını; siyasal / ideolojik önceliklerle bastırılmış estetiğin ve çoğulculuğun geri dönüşüyle örtüştüğünü; Kemalist modernizmin, “Doğu ve (çoğu zaman) Batı arasında yapılan epistemolojik ve ontolojik ayrıma dayanan düşünce üslubunu” (Orientalism, 3) ilga etmeye çalıştığını düşünmüyor. Ayrıca doksanlı yıllardan sonra gelişmeye başlayan Türkiye kültür endüstrisinin yayıncılığı da kapsaması ile “bestseller” kavramının ithal edilmesini ve Ahmet Altan, Elif Şafak, Ahmet Ümit gibi postmodern eğilimli yazarların bu listelerde yer almasını, öncelikli olarak ABD menşeli küresel kültür emperyalizminin tahakkümüne bağlamanın da, Türkiye'nin heterojen toplumunun (sınıflı ya da sınıfsız) yazılı kültürle arası hiç hoş olmayan sözlü yapısını es geçmek anlamına geleceğini hesaba katmıyor. Bu yüzden Oktay'ın (Jameson'ın deyişiyle) klasik (yüksek) modernizmin devamlılığını öngören yaklaşımını muhafazakâr bir yaklaşım olarak değerlendirebileceğimizi düşünüyorum.

Yazıyı bitirirken Ahmet Oktay külliyatının basımı hakkında da birkaç şey belirtmeliyim. Giriş cümlesinde “ciltlemek” ifadesini kullanmıştım. Zira Ahmet Oktay gibi bir yazarın bütün yapıtları bir araya getiriliyorsa, bu önemli işi üstlenen editörün üç dört kitabın bir arada ciltlenmesinden fazlasını yapması lazım. Çoğu metin içi göndermelerde ve dipnotlarda kalmış toplu kaynakçanın her cilt için ayrı ayrı düzenlenip, kitap sonuna eklenmesi ve onlarca ismin kullanıldığı bu oylumlu yapıtların daha rahat okunabilmesi için gerekli dizinlerin hazırlanması gibi...

Ben Denen Masal

Ben diye bir şey geldi koca dünyaya, meraklandı hep dev aynasına. Yıllarla sınırlı ömrü belirdi, ölünce de ölümlüler delirdi Yalan dünyaya inat mı bilmem ,doğruydu işi yalan diyemem. Hem görünürde hem de hayalde yaşadı ben denen beden. Issız karanlıkta kaybolmayı düşündü, düşündüğünü anlayınca kaybolmadığına tanıklık etti.


BEN DENEN MASAL
Ben diye bir şey geldi koca dünyaya, meraklandı hep dev aynasına. Yıllarla sınırlı ömrü belirdi, ölünce de ölümlüler delirdi
Yalan dünyaya inat mı bilmem ,doğruydu işi yalan diyemem. Hem görünürde hem de hayalde yaşadı ben denen beden. Issız karanlıkta kaybolmayı düşündü, düşündüğünü anlayınca kaybolmadığına tanıklık etti. Büyük olmaya aldandı;kendinden büyüğünü görünce; küçüldüğünü yalanladı.Yarayı görünce panikledi;çile çekince olgunlaştığını kanımsadı. Parayı büyük güç gördü;dostsuz kalınca öldü. Aşkı tatmak istedi, mecnun olunca sitemler etti.Bir dünyadır herkes kendi içinde,ölümsüz sayar kendini; mezar taşlarını görüp isimleri okumayınca.Bu nasıl bir dünya, herkes kendi içinde derseniz,herkesin hayale boğulup, düşünceleriyle var olan var ettiği cevabı ile devam edersiniz;kimisindekar ve kış yıllarca soğuk buz gibi-sanki sibirya-,kimisinde güneş dünyanın kendisi olmuştur. Bazen baharlar bitmez bazende kışın sonu gelmez, baharın ilkine giren pek azsa da sonuna gelmek için uğraşır ben denen yıllar birikimi. Ezilmek vardır ;domates gibi, bazısında da ezilmek imkansızdır; tuç çelik gibi.Ruh hali bazen hırçındır, bazen ise atılgan olduğu halde, suskundur. Yorulmak vardır ben dilinde, yorulmamak mümkünmüdür aşkla sevince. Görememek vardır başka hayalleri, görmek mümkündür gözdeki kalbi. Soru sormak vardır; ben nedir diye, anladığını sanar; ayna icat edilince.Bazen kör olmak, bazen kör bile olamamak. Kör olmak kalple sadakat işi kör olamamak ise kalpsizlik gibi bişe. Özgürlük arar eksen içinde, esir olur eksenin kendisi bile. Çıplaklığı örtünmek sanar, bilgisiz cahil iken çıplak yüreği kanar, ki daha da kötüsü nedir ; bunun farına varınca bile gurur duyulması bence. Bahane de hazırdır; suçlu anne, baba ve iyi eğitim yoksulluğu gibi kelime ordusu sanılan acizlik tablosudur… gürültü işitir duyar zanneder, duyunca gerçek söz (anlayamadığından) sağırlığını reddeder.Güçlü olduğunu zannederek yenilmezim der, hayatı yenilmeyi kaderi eder.


Ben denen canlı ben derken benim demeyi de ihmal etmez.Ben neyim ve neyim var derse, sonuçta; Ben denen vücut Tanrı’nın eseri, eee ruhum var dersek ;oda Tanrı’nın eseri,düşüncelerim var;o da kendini tetikleyenin eseri, duygularım dersende;o da duyguya sebep olanın eseri, yaşıyorum dersende ;yaşamandan şüphe etmemenin eseri olduğuna göre ben bana ait değilim yani ben beni benleştiren bana, beni bilirttiğim müddetçe benim ve ben beni benleştiren benlere muhtacım denir kalbin belki de düşüncelerin benim ile konuşan kısmında;o zaman ben hem varım hem yokum demekte mümkündür.En iyisi ise;beni bana ben eden benlik benim kimliğim ise bensiz ben ceset, benin geldiğim ben ise ben olmayı kendi kendine yapamadığı ve bir şeylere muhtaç olduğunu kanıtlıyor ve böylece ben beni icat eden benim. Ben bana beni getiren ben kadar benim demek ise bir başka yoldur çözüm için.


Mustafa KOYUNCU