Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Kasım 2010 Cuma

Aradığınız Türkçe'ye Ulaşılamıyor

Son yıllarda günlük konuşmalarımıza varıncaya kadar dilimiz erozyona uğradı. Reklâmlardan tutunda, gazete, dergiye varıncaya kadar kullanılan yeni bir dil var Turkche?


- Oha oldum, çüş oldum! - Choq sheker ghos! Günlük yaşamda, çalışma ortamlarımızda ya da arkadaş ortamlarında kullanılan birçok yabancı kelime var ?Web, trend, dejenerasyon, mesaj, dijital, şov, printer, email, start, okey ? gibi. .. O kadar özdeşmişiz ki yabancılık çekmiyoruz. Bu kelimelerin Türkçe karşılığını zihinlerimizde aradığımızda bulmak ise bir hayli zor. Bu zorluğa dikkat çeken, hatta imdat kurtarın beni diye haykıran anadilimiz var. Anadilimizi bende çok seviyorum tıpkı ?Kemal Atalay? gibi? Kemal Atalay soruyor ?Alo Türkçe neredesin?? adlı kitabı ile? Türkçe cevap veriyor:? Tam içindeyim, yüreğinin, ruhunun derinliklerinde, düşüncenin çatısında, dilinin ucunda, her yerdeyim! ? Aklını başına devşirip, beni doğru dürüst kullanmanı bekliyorum.? Diyor. Kemal Atalay dilimizin önemine dikkatleri çekiyor. Sözcüklerimize kelimelerimize sahip çıkıyor. Almış eline oltasını Türkçemizi istila etmiş, paldır küldür içeri dalmış yabancı kelimeleri yakalayarak kurtarmaya çalışıyor. Kitaptan bazı başlıklar; Türkçe de Birgün Bizi ?By-pass? Edip paspasa Döndürecek ya! Seny Sevyyorum Türkçe! I?m The Best, Alayına Rest! Doğru Türkçe için ?Non-stop? TDK! mı? Türkçemizin yabancılaştığına her gün şahit oluyoruz. Yeni açılan birçok yer batılı olmak uğruna tabelasına ?che, chi? gibi ekleri eklemekten kaçınmıyor. Bildiğimiz börekçi ?börechi? oluyor. Bir milletin dili önemlidir. Diline sahip olmayan bir milletin varlığından söz edilemez. Kültürü de, kendide yok olmaya mahkumdur. 1945?den bu yana ve özellikle son yıllarda dilimiz tehdit altında. Türk dili nice güzellikleri, incelikleri, üstünlükleri, ahengi ile zengin bir dildir. Türkçe gibi zengin bir dilimiz varken üstelik Anayasamızda da ? Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür? ?Dili Türkçedir? Diye belirtilmişken yabancı kelimelerin tecavüzüne seyirci kalmak son derece üzücü. Üstelik yabancı kelimeler istila ederken dilimizi, dilimizden haince atılmak istenen ?kalem? gibi, ?cümle? gibi dilimizde önemli yere sahip sözlerimiz var. Türkçe bir kelime atmak birçok manayı da yok etmeye eşdeğer. Türkçemiz fakirleşiyor? Yabancı kelimelerle kendimizi ifade ederken daha karizmatik/ etkileyici güce sahip mi oluyoruz? Ya da Türkçemizi benliğimizi inkâr edip, utanıyor muyuz? Türkçe konuşmaktan. Ne dersiniz? Türkçe konuşalım! * * * Kemal Atalay ?Alo Türkçe Neredesin?? kitabı ile bu fakirleşmeye istilaya keyifle okuyacağınız, bazen hüzünleneceğiniz, bazen endişeleneceğiniz, bazen de güleceğiniz, akıcı anlatımı ile dikkatlerimize sunuyor. İlk fırsatta okumanızı tavsiye ederim. Kemal Atalay?ın da söylediği gibi; Anadilim benim benliğim; kendimi onunla bilirim, onunla ifade ederim. Anadilim, benim onurum, şerefim, gururum. Ben onsuz neyim ki? Koskoca bir hiç!

Ahmet Oktay: Muhafazakâr modernist

Emperyalizm, Roman ve Eleştiri, Ahmet Oktay'ın bütün yapıtlarının beşinci cildi olarak yayımlandı. Bu ciltte Oktay'ın daha önce yayımlanmış üç kitabının yanı sıra kitaplaşmamış yazılarının bir araya getirildiği “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak” adlı bir bölüm var. İthaki Yayınları, Ahmet Oktay (1933) külliyatını “Bütün Yapıtlarına Doğru” alt başlığında “ciltlemeye” devam ediyor. Emperyalizm, Roman ve Eleştiri başlığıyla yayımlanan beşinci cilt dört kitaptan oluşmakta:

Emperyalizm, Roman ve Eleştiri, Ahmet Oktay'ın bütün yapıtlarının beşinci cildi olarak yayımlandı. Bu ciltte Oktay'ın daha önce yayımlanmış üç kitabının yanı sıra kitaplaşmamış yazılarının bir araya getirildiği “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak” adlı bir bölüm var.

İthaki Yayınları, Ahmet Oktay (1933) külliyatını “Bütün Yapıtlarına Doğru” alt başlığında “ciltlemeye” devam ediyor. Emperyalizm, Roman ve Eleştiri başlığıyla yayımlanan beşinci cilt dört kitaptan oluşmakta: Romanımıza Ne Oldu? (2003), Anlatıların Aynası (2001), Şeytan, Melek, Soytarı (1998) ve daha önce kitaplaşmamış yazıların bir araya getirildiği “Kuramsal Çerçeve Oluşturmak”. Külliyatı için yazdığı sunuş yazısında Oktay, yazılarının “özellikle 1980 sonrası entelektüel yaşamın bir eleştirel envanterini” çıkarttığını belirtiyor ve devam eden cümlelerde sol eleştirelliğinin yöneldiği tarihsel paradigma değişimini şu şekilde açıklıyor: “12 Eylül darbesi sonrasında egemen kılınan piyasa ekonomisi ve küreselleşme söylemi, o güne kadar egemen olan kültürel normların neredeyse tümünü geçersizleştirdi ve benim medyatik hedonizm olarak adlandırdığım ideolojik / estetik ve politik bir kopma sürecine bitişti. Son kertede, kültürel alanın büyük ölçüde yeni sağ ideoloji çevresinde üretildiği ve homojenleştirildiği 20 yılı aşkın bir dönem boyunca, Türk yazarları, tecimsel [(ticari)] konulara öncelik veren, ilk bakışta tarihsel görünen olay ve olguların, erotik ve pornografik konuların, polisiye ve serüven anlatılarının, kısaca söylersem toplumsal ve siyasal içeriği neredeyse görünmez kılınan bir popüler eğilimin peşinden gittiler.”

80 sonrasında ne değişti?

Bu cümleleri Emperyalizm, Roman ve Eleştiri'deki birçok yazıda, farklı şekillerde tekrar okuyabilirsiniz. Oktay, gayet kederli, kötümser ve nostaljik imalarla örülü bu cümlelerde, ısrarla üzerinde durduğu 80 sonrası paradigma değişimini genel olarak iki kavram etrafında şekillendiriyor: postmodernizm ve emperyal kanon. Roman kuramı bağlamında temel dayanağı ise Georg Lukács ve ondan yola çıkarak bir roman tanımı geliştiren Lucien Goldmann. Oktay bu tanıma sık sık atıfta bulunuyor: “Roman bozulmuş bir toplumda gerçek değerlerin araştırılmasıdır” (213). Oktay daha fazlasını belirtmiyor ama bu tanıma göre kapitalizm, bütünlüklü toplumların dengesini bozarak (Weber'in “büyü bozumu” dediği) çürümeye yol açar. Roman çürümüş, hakikati bozulmuş bu dünyada çürümemiş, bozulmamış, yani “gerçek” değerlerin araştırılmasıdır ve Oktay'ın “Romanımıza Ne Oldu?” diye sorarak yaptığı da 80 sonrası yazılan Türkçe romanın bu yönden ele alınmasıdır.

Bu bağlamda (genelleştirici ifadeler kullanmaya devam ederek) söyleyebilirim ki Oktay, Türkçe romanda postmodernist eğilimlerin 1980 sonrası ortaya çıktığını ve bu eğilimlerin, küreselleşen geç kapitalizme (Oktay yeni emperyalizm diyor) ve onun bir yansıması olan Amerikan kültürel tahakkümüne eklemlenen yazarların bilinçli / bilinçsiz katkılarıyla gerçekleştiğini iddia ediyor. Bu çözümleme belki fazla politik ya da “angaje” görünebilir ancak Oktay'ın 80 sonrası roman eleştirisine dair başlıca itirazlarından biri de, siyasal olanın görünmez kılınması; yani gerek eleştirmenin gerekse romancının “gerçek değerler” ile yeterince angaje olmaması. Nitekim Hece'nin roman özel sayısına yazdığı “Siyasal Roman Üzerine” başlıklı yazıda “1980 sonrası romanı, büyük ölçüde depolitize olmuştur ve yazınsal eleştiri de siyaseti bir tür hastalık olarak görmeyi / göstermeyi tercih etmiştir” (46) diyor Oktay. Her ne kadar “doğru bir siyasal / ideolojik görüşe sahip olmanın” (216) her anlatılanı roman yapmayacağını, romancının edimselliğinin elbette bir toplum bilimcinin edimselliğine indirgenemeyeceğini belirtse de, Ahmet Ümit'in 2000 yılında yayımlanan Patasana adlı romanında, 80 sonrası ve öncesi “toplumun verdiği vahşet görüntüleri” dururken, Asurlular ve Hititler arasındaki çatışmaların anlatılmasını, PKK ve Hizbullah eylemlerinin fonda “aksesuar olarak” kullanılmasını eleştiriyor (185). Başta Ahmet Altan olmak üzere, Elif Şafak, Orhan Pamuk ve Latife Tekin, Oktay'ın benzer bir şekilde eleştirdiği yazarlar arasında yer alırken, Tahsin Yücel ve Leylâ Erbil ise Oktay'ın olumlu örnekler olarak ele aldığı ve çözümlediği modernist yazarlar.

Ortodoks yaklaşım…

Ahmet Oktay'ın postmodernizm ve postmodern anlatılar konusunda fazla ortodoks bir yaklaşıma sahip olduğunu söylemeliyim. Bu ortodoks yaklaşımın Marksizm’den ziyade, Oktay'ın ulus devleti merkeze alan tarihselciliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Zira Oktay, 80 sonrası yazılan Türkçe romanları eleştirirken, bu romanların 80 öncesi dogmatik ikili karşıtlıklara dayalı düşünce üsluplarından özgürleştiğini; ulus devletin kuruluşundaki toplumsal sözleşmenin eksik ve gerçek bir uzlaşmanın çok uzağında kalmış bazı yönlerini anlatısallaştırdığını; siyasal / ideolojik önceliklerle bastırılmış estetiğin ve çoğulculuğun geri dönüşüyle örtüştüğünü; Kemalist modernizmin, “Doğu ve (çoğu zaman) Batı arasında yapılan epistemolojik ve ontolojik ayrıma dayanan düşünce üslubunu” (Orientalism, 3) ilga etmeye çalıştığını düşünmüyor. Ayrıca doksanlı yıllardan sonra gelişmeye başlayan Türkiye kültür endüstrisinin yayıncılığı da kapsaması ile “bestseller” kavramının ithal edilmesini ve Ahmet Altan, Elif Şafak, Ahmet Ümit gibi postmodern eğilimli yazarların bu listelerde yer almasını, öncelikli olarak ABD menşeli küresel kültür emperyalizminin tahakkümüne bağlamanın da, Türkiye'nin heterojen toplumunun (sınıflı ya da sınıfsız) yazılı kültürle arası hiç hoş olmayan sözlü yapısını es geçmek anlamına geleceğini hesaba katmıyor. Bu yüzden Oktay'ın (Jameson'ın deyişiyle) klasik (yüksek) modernizmin devamlılığını öngören yaklaşımını muhafazakâr bir yaklaşım olarak değerlendirebileceğimizi düşünüyorum.

Yazıyı bitirirken Ahmet Oktay külliyatının basımı hakkında da birkaç şey belirtmeliyim. Giriş cümlesinde “ciltlemek” ifadesini kullanmıştım. Zira Ahmet Oktay gibi bir yazarın bütün yapıtları bir araya getiriliyorsa, bu önemli işi üstlenen editörün üç dört kitabın bir arada ciltlenmesinden fazlasını yapması lazım. Çoğu metin içi göndermelerde ve dipnotlarda kalmış toplu kaynakçanın her cilt için ayrı ayrı düzenlenip, kitap sonuna eklenmesi ve onlarca ismin kullanıldığı bu oylumlu yapıtların daha rahat okunabilmesi için gerekli dizinlerin hazırlanması gibi...

Ben Denen Masal

Ben diye bir şey geldi koca dünyaya, meraklandı hep dev aynasına. Yıllarla sınırlı ömrü belirdi, ölünce de ölümlüler delirdi Yalan dünyaya inat mı bilmem ,doğruydu işi yalan diyemem. Hem görünürde hem de hayalde yaşadı ben denen beden. Issız karanlıkta kaybolmayı düşündü, düşündüğünü anlayınca kaybolmadığına tanıklık etti.


BEN DENEN MASAL
Ben diye bir şey geldi koca dünyaya, meraklandı hep dev aynasına. Yıllarla sınırlı ömrü belirdi, ölünce de ölümlüler delirdi
Yalan dünyaya inat mı bilmem ,doğruydu işi yalan diyemem. Hem görünürde hem de hayalde yaşadı ben denen beden. Issız karanlıkta kaybolmayı düşündü, düşündüğünü anlayınca kaybolmadığına tanıklık etti. Büyük olmaya aldandı;kendinden büyüğünü görünce; küçüldüğünü yalanladı.Yarayı görünce panikledi;çile çekince olgunlaştığını kanımsadı. Parayı büyük güç gördü;dostsuz kalınca öldü. Aşkı tatmak istedi, mecnun olunca sitemler etti.Bir dünyadır herkes kendi içinde,ölümsüz sayar kendini; mezar taşlarını görüp isimleri okumayınca.Bu nasıl bir dünya, herkes kendi içinde derseniz,herkesin hayale boğulup, düşünceleriyle var olan var ettiği cevabı ile devam edersiniz;kimisindekar ve kış yıllarca soğuk buz gibi-sanki sibirya-,kimisinde güneş dünyanın kendisi olmuştur. Bazen baharlar bitmez bazende kışın sonu gelmez, baharın ilkine giren pek azsa da sonuna gelmek için uğraşır ben denen yıllar birikimi. Ezilmek vardır ;domates gibi, bazısında da ezilmek imkansızdır; tuç çelik gibi.Ruh hali bazen hırçındır, bazen ise atılgan olduğu halde, suskundur. Yorulmak vardır ben dilinde, yorulmamak mümkünmüdür aşkla sevince. Görememek vardır başka hayalleri, görmek mümkündür gözdeki kalbi. Soru sormak vardır; ben nedir diye, anladığını sanar; ayna icat edilince.Bazen kör olmak, bazen kör bile olamamak. Kör olmak kalple sadakat işi kör olamamak ise kalpsizlik gibi bişe. Özgürlük arar eksen içinde, esir olur eksenin kendisi bile. Çıplaklığı örtünmek sanar, bilgisiz cahil iken çıplak yüreği kanar, ki daha da kötüsü nedir ; bunun farına varınca bile gurur duyulması bence. Bahane de hazırdır; suçlu anne, baba ve iyi eğitim yoksulluğu gibi kelime ordusu sanılan acizlik tablosudur… gürültü işitir duyar zanneder, duyunca gerçek söz (anlayamadığından) sağırlığını reddeder.Güçlü olduğunu zannederek yenilmezim der, hayatı yenilmeyi kaderi eder.


Ben denen canlı ben derken benim demeyi de ihmal etmez.Ben neyim ve neyim var derse, sonuçta; Ben denen vücut Tanrı’nın eseri, eee ruhum var dersek ;oda Tanrı’nın eseri,düşüncelerim var;o da kendini tetikleyenin eseri, duygularım dersende;o da duyguya sebep olanın eseri, yaşıyorum dersende ;yaşamandan şüphe etmemenin eseri olduğuna göre ben bana ait değilim yani ben beni benleştiren bana, beni bilirttiğim müddetçe benim ve ben beni benleştiren benlere muhtacım denir kalbin belki de düşüncelerin benim ile konuşan kısmında;o zaman ben hem varım hem yokum demekte mümkündür.En iyisi ise;beni bana ben eden benlik benim kimliğim ise bensiz ben ceset, benin geldiğim ben ise ben olmayı kendi kendine yapamadığı ve bir şeylere muhtaç olduğunu kanıtlıyor ve böylece ben beni icat eden benim. Ben bana beni getiren ben kadar benim demek ise bir başka yoldur çözüm için.


Mustafa KOYUNCU

Edebiyat'ta Post-Modernizim-Biçem

“İnsanoğlu,sözcüklere yeni anlamlar yüklerken bunu edebiyat için yapmıyor;bizler onları edebiyat için kullanıyoruz.”

 Edebiyatta post-modernizmi kelimelerin gücü açısından incelersek,bu son modern dayanağı yadırgamak edebi açıdan pek de mantıklı olmaz çünkü dil canlıdır.Kelimler zaman geçtikçe anlamlarını yitirip başka anlamlara bürünmektedir.Kelimelerin başka anlamlara bürünmesi,edebiyatın her türünde temaların anlamlarının değişmesine dahi yol açmıştır.Bu insanoğlunun yaşadığı dönemin değer yargılarıyla ortak bir şekilde işlenmektedir.Anlamları sürekli farklılık gösterse de sonuç olarak kelimler daha da güç kazanmakta diyebiliriz.Bu farklılık da doğal olarak insanoğlunun ilerlediği döneme göre değer yargılarındaki değişime borçludur.Nitekim süregelen bu anlam yitirimliliği kelimeyi daha da güçlü kılmaktadır.Bu yitirimlilik de kelimelerin soyağacını ortaya çıkarmakta ve kelimelerin zengin kullanımı açısından yazarlara geniş bir anlatım olanağı sunmaktadır.Kelimeleri bu kadar övdükten sonra gelelim bu değerli kelimelerin postmodernizmle ilgili olduğu noktaya.En basitinden yüz yıl öncesinin kelimeleriyle şimdiki yazın karşılaştırıldığında dil bakımından arada çok büyük farklar görüleceği barizdir.Modernizm denilen çağda kelimelerin yüklenilmiş anlamları bu gün için geçerli değildir.Çünkü her neslin değer yargısı sürekli ama sürekli değişmektedir.Harfler aynı olsa da,kelimelerin içlerini her geçen nesilde yeni yeni ruhlar işgal etmektedir.Hele de basmakalıp yazmaktan uzak kalmak isteyen ve yenilik peşinde koşan önder yazarlar işin içine girince ki bu insanlar zamanında edebiyat için adeta direksiyon görevi görmüş kişilerdir,onlar da kendi nesillerini ifade etmek adına modernizme sırt çevirmişlerdir.Anlam yüzünden yazında şekil değişikleri dahi olmuştur..Bilindik bir önder ismini vererekten bu şekil değişikliğine de değinmek istiyorum..Orhan Veli Kanık ve ekibi nam-ı diğer Garipçiler şiirde hece ölçüsünü yok sayarak sözünü ettiğim önderlerden birisi haline gelmişlerdir.Onların neslinin değer yargıları,basmakalıp şairaneliklere karşı çıkmakta,aruz hatta hece ölçüsünü reddeden bir değer yargısına sahiptiler.Bunun sebebi de-kanımca- çok açık;onlara göre şiir en özgür biçimde yazılmalıydı.Eğer metinde bir isyan varsa bu en özgür biçimde olmalıydı.Bu da ölçüsüz ve uyaksız bir şiirden geçerdi.Şiir örneğini şekil açısından incelemek adına verdim.Elbette ki bu yazılanlar sadece şiir için geçerli değil.Şekil açısından bakıldığında romanlarda yer alan temalar da zamanla değişime uğramıştır.Örneğin Cumhuriyet Dönemi yazarları,Cumhuriyet Dönemi’nin temasal özelliklerinden birisi olan yobazlaşmış toplumun değer yargılarını işlerken,zamanla bu tema anlayışı yerini daha kişisel yazarların düşüncelerine bırakmıştır.Amiyane bir tavırla ifade etmek gerekirse,yazarlar toplum için yazmaktan çıkıp,kendi hayatları adına,bencil bir yazma anlayışına doğru sürüklenmişlerdir.Edebiyatın tüm işlevselliğinde bu farkı gözetmek oldukça mümkündür.Edebiyat türlerindeki sürekli gerçekleşen bu değişim de ister istemez yeni bir edebiyat çağının kapısını açtığı anlamına gelmektedir ki bu edebiyat çağı da şuanda hüküm süren post-modernizm çağıdır.

Kanlı Yazın

“Siz istemeseniz de dünya sizi her haline ortak eder,dert etmeyin.”

Çocukluğumda,okumak istediğim korku-gerilim türündeki yazınları okuyamazdım;malum aile büyüklerimiz!O zamanlar bunları okuyamadığım her geçen gün,üzülürdüm çünkü o eserlerin tükeneceğinden korkardım.Nitekim tükenirdi de.Üstelik o yaşlarda bu tip kitaplar okumanın yaşıtlarım arasında-onlardan ayrı-farklı şeyler yapma isteğim de söz konusuydu.Hani ben korku-gerilim okuyorum,onlar okuyamıyor.E tabi gülüyorum şimdi bunu düşününce.Hatta onları okuyamamak beni korku-gerilim yazmaya kadar sürüklemişti;okuyamıyorum,bari yazayım.

Yine o zamanlar Frankenstein ve Dracula gibi,bugün korku-gerilim eserlerinin ana başlığı nedir desek bu ikisidir diyebileceğimiz kadar beynimize kazınmış iki büyük eser vardı,benim için. Tabi bu eserlerin sonradan düzmece şekillerle piyasaya sürüldüğü de olmadı değil ama sonuçta ele alınması gereken konu bu değil.Frankenstein ve Dracula’yı okuyamamıştım çocukluğumda ve çocukluk sonrasında onlar yitip gitmişti benim için.Hiç bir anlamı yoktu bir daha onları okumaya çalışmamın.Hikayelerini ister istemez öğrendim fakat hala okumadım.

Başında da söylediğim gibi Frankenstein ve Dracula’nın o yaşlarda elimde olmayışı,onları bir daha bulamayacağım korkusuna kaptırmıştı beni.Kitaptı bu,her yerde bulunmayabilirdi.Kafataslı,kanlı-bıçaklı kitap kapakları gördükçe kitapçı vitrinlerinde ya da kaldırım üstlerinde onları alamayacağımı bile bile bakar,bir yandan aile büyüklerinin buna karşı çıkacağını da her gözümün önüne getirdikçe içim daralır ve o kitapları bir gün birileri gelip alacak onları oradan da gidip o alanlar okuyacak diye sinirlerim bozulurdu.

Zaman zaman alabileceğim durumlar olmuştu,onları gizli gizli okuyabileceğimi düşündüğüm zamanlar;fakat bu sefer de sağdan soldan toplama bilgilerle bu Frankenstein ve Dracula ikilisinin sonradan içeriklerinin bozulduğuna dair,farklı temalarla işlenmiş olduklarına dair,sonuç olarak da içeriği orijinal mi değil mi sorularıyla başımı çatlattığım fikirler ön plana çıkmıştı.Hani al bir de buradan yak dersiniz ya;işte öyle bir şey. Soğumuştum,okumak istemiyordum artık onları.

Büyüdükçe-nedendir bilmem-bu ana eserlerin dışında ara eserler görmeye de başladım. O korku-gerilim kitaplarını bir daha asla bulamayacakmışım ve ben büyüdüğümde onlar çoktan alınmış,tüketilmiş olacak gibi gelirdi bana;ama bu ara eser olarak tanımladıklarım,işin rengini biraz değiştirdi.

Bu janrayı okuma isteğinden ne kadar soğumuş olsam da on dört ile on beş yaşlarımdan itibaren yeniden arar oldum onları.O zamanlar Dan Brown’un eserlerinin patlak verdiği bir dönemdi.Tabi önceleri bildiğim bir de Stephan King vardı ama onun da konularını beğenmiyordum,ilgimi çekmiyordu.O zamanki düşüncelerim,korku-gerilim asla rağbet görmeyecekti;dolayısıyla da onları yazanların ellerinde patlayacaktı bu kitaplar.Bana ulaşmayacaktı,ne traji-komik.

Okuma ve yazma hayatımda bir dönüm noktası gibi gördüğüm çok büyük bir değişimi fark ettim dünya edebiyatında.On dört-on beş yaşlarımda korku-gerilimin asla rağbet bulamayacağını düşünürken,sadece iki-üç yıl sonra kitap piyasaları korku-gerilim eserleriyle dolup taşmaya başladı.Artık sadece Stephan King ya da Dan Brown yoktu.Yıllar öncesinin unutulmuş hatta bilinmeyen korku-gerilim yazarlarının isimleri duyulmaya
başlandı.C.Andrews,Peter Straub,Dean Koontz bunlardan sadece bir-kaçı.Yenilerden,artık bu janraya gönül vermişlerin neredeyse tamamının bildiği,tek eseri “Alacakaranlık” ı ile ünlü Stephanie Meyer,Tomi Hoag,Tess Gerritsen;kitap vitrin ve tezgahlarını eserleriyle dolduran birkaç yazar.Benim gözlerimle bakarsanız,bu korku-gerilim patlamasına öncü yazar-gerilim hattında-Dan Brown’dur;ama buna emin olduğumu da söyleyemem.Onun haricinde Jean Christophe Grange“Kızıl Nehirler” den sonraki eseri “Taş Meclisi” ile kitap tezgahlarında büyük bir ilgi görmeye başladı.Dan Brown’dan sonra kral-temaları ne kadar farklılık gösterse de-Jean Christophe Grange’dı.Ayrıca son zamanlarda İskandinav yazarların bu janra üzerine devrede olduğunu da söylersek,korku-gerilim janrasının patlak verişindeki en önemli ayaklardan birini de ortaya çıkarmış oluruz.Dört İskandinav ülkesi içinden,özellikle Norveç ve İsveç’ten yazarlar ön planda.Bu konuda İskandinav atalarının “Odin” gibi kanlı bir dine sahip olmalarının etkisi var mıdır acaba diye düşünmüştüm;fakat şimdilik ne söylesem asılsız kalacak.

Kendi ülkemizde bu janradan kimsenin pek ön plana çıkmadığını düşünürken bile Ahmet Ümit’in çoktan kolları sıvamış olduğuna şahit olmak,bana bu janra üzerine neler oluyor böyle dedirtmişti.Onu da ayrı bir şekilde, ülkemizde bu türde yazanlar arasında korku-gerilim türünde –benim gözümde-günümüzün kralı olduğundan tebrik etmek istiyorum.

Bir süre önce Celal Bayar Üniversitesi’nden sevgili Almanca hocam Dilek Pekin ile Tüyap Kitap Fuarı’nın İzmir ayağındaydık.Birlikte fuara doğru yol alırken,korku-gerilim janrası dışında çok daha farklı türlerde yazılmış kitaplar bulabilirim herhalde diye düşünüyordum.Bu konuyu önce kendisine açmadım;ancak fuarı dolaşmaya başladığımızda pek de umduğumun gerçekleşmediğini gördüm.Bunu Sayın Dilek Pekin ile paylaştığımda dünyadaki suç oranları,savaş vs. bunların büyük etkisi olabileceği konusunda hemfikir olduk.Karşıt düşüncede olmamıza imkan olmayacak kadar fazla korku-gerilim kitapları barındırıyordu fuar.İkimiz için de enteresan bir durum olmuştu.Acaba edebiyat kanlanıyor muydu?


Kısa zamanda çok fazla bu janranın üzerinde duruldu ve hala durulmakta.Dünya suç oranlarındaki artış,ülkelerin gerek siyasi gerek askeri ve gerek ekonomik krizleri,şizofreni vb. ruh hastalıklarının artışı,insanlardaki depresyona girme durumunun inanılmaz bir hassaslığa ulaşmış olması;edebiyatın dünyamızda olup bitenleri yansıtması yönünden baktığımızda korku-gerilim janrasının üzerinde bu kadar çok durulmasına pek şaşılmaması gerek,diye düşünüyorum;hatta dünya daha fazla suç krizi yaşadıkça ki yaşayacak gibi görünüyor,korku-gerilim türleri de gittikçe artacaktır ama artma sebeplerine baktığımızda,işte bu sefer-çocukluğumun aksine-bilmem katılır mısınız ama bu beni mutlu etmeyecek.Edebiyat da dünyayı yansıttıkça,dünya da edebiyatı kanlı bir şekilde yansıtacaktır,diye düşünüyorum.



Mustafa BALTACI

Kurgu Politikaları Elif Şafak

Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Yaşamımda yaptığım budur–hikayeler anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum ve ayrıca cin adı verilen doğaüstü yaratıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi yaşam öyküme dair bazı belirtileri paylaşmak istiyorum. Bunu elbette kelimeler aracılığı ile yapacağım ama geometrik bir şekil de kullanacağım, çemberi. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız.

Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Yaşamımda yaptığım budur–hikayeler anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum ve ayrıca cin adı verilen doğaüstü yaratıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi yaşam öyküme dair bazı belirtileri paylaşmak istiyorum. Bunu elbette kelimeler aracılığı ile yapacağım ama geometrik bir şekil de kullanacağım, çemberi. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız.

Fransa Strasbourg’da Türk bir ailenin çocuğu olarak doğmuşum. Kısa süre sonra ebeveynim boşandı ve ben de annemle beraber Türkiye döndüm. O günden sonra, bekar bir annenin yetiştirdiği tek bir çocuk olarak büyüdüm. 1970′li yılların Ankara’sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu kalabalık ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı seyrederek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise aynı zamanda bana bakan daha manevi ve az eğitimli ve kesinlikle daha az mantıklı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eritip, kötü niyetli nazardan sakınan biriydi.

Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri olanlar veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya, yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için tekrar geri gelirdi. Şimdi, böyle şeyleri sizin gibi bilim adamlarının, eğitimli kişilerin önünde söylememem gerektiğinin elbette farkındayım, ama gerçek olan şey, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile iyileşmemiş ve mutsuz ayrıldığını görmedim. Bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana “Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücünden de kaçınmalısın” dedi.

Bu ondan öğrendiğim pek çok şey arasında, çok değerli bir ders oldu. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride kuruyup kalacaktır. Şimdi hepimiz sosyal ve kültürel bir çeşit çemberin içinde yaşıyoruz. Hepimiz. Belli bir aileye, ulusa ve sınıfa bağlı olarak doğuyoruz. Ama bu sahip olduğumuz duvarların ardındaki dünyalarda olan bitenler bir bağlantımız olmazsa, o zaman bizim de içeride kuruma riskimiz vardır. Hayal gücümüz azalabilir. Kalplerimiz küçülebilir. Kendi kültürel kozamızın içinde çok uzun süre kalırsak insani yönümüzü kaybedebiliriz. Arkadaşlarımız, komşularımız, iş arkadaşları ve ailemiz– çemberin içindeki herkes birbirine benzediğinde bu kendi ayna görüntümüz ile çevremizin sarıldığı anlamına gelir.

Anneanneme benzeyen kadınların Türkiye’de yaptıkları diğer bir şey de, aynaları kadifeler ile örtmek ve onları arkaları bize bakacak şekilde duvara asmaktır. Bu eski bir doğu geleneğidir; bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu bilgisinden köken alan bir gelenektir. İronik olan, benzer düşünceleri taşıyan toplulukların bugünün globalleşen dünyası için büyük bir tehlike oluştırması. Ve bu her yerde de olan birşey, liberallerde de, muhafazakarlarda da, agnostiklerde de ve inançlılarda da, zengin ve fakirde, doğu ve batıda benzer. Benzerliklere dayalı kümelenme eğilimindeyiz, daha sonra da diğer kümelenmiş insanlarla ilgili klişe sözlerler üretiyoruz. Benim fikrime göre, bu kültürel “getto”ları aşmanın bir yolu da hikaye anlatma sanatı. Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımıza küçük yumruklarla delikler açabilir. Bu deliklerin içinden, diğer tarafta bir bakış atıp hatta zaman zaman gördüğümüz şeyden hoşlanabiliriz de.

Sekiz yaşında kurgusal öyküler yazmaya başladım. Annem bir gün elinde turkuvaz rengi bir defter ile yanıma gelip kişisel bir günlük tutmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Arkaya bakınca, onun akıl sağlığımla ilgili hafif bir endişesi olduğunu da düşünüyorum. Evde sürekli hikayeler anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunu çevremdeki hayali arkadaşlarıma yapıyordum, bu pek iyi değildi. İçe dönük bir çocuktum; ve bu durumum renkli mum boyalarımla iletişime geçecek ve çarptığım objelerden özür dileyecek boyuttaydı. Ve annem de benim gün gün yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi gelebileceğini düşünmüştü. Annemim bilmediği şey ise hayatımdan inanılmaz derecede sıkıcı olduğu ve yapmak istediğim son şeyin de kendim hakkında yazmak olduğuydu. Bunun yerine, kendim yerine başka insanlar ve şeyler hakkında hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu yazmaya karşı tutkum da bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri, kurgu benim için otobiyografik manifestasyonlardan ziyade soyut dünyalara, diğer yaşamlara başka olasılıklara yapılan manevi yolculuklardı. Ve lütfen benimle sabır gösterin. Bir çember çizip yeniden bu noktaya döneceğim.

Bu süreçler sırasında başka bir şey daha oldu. Annem bir diplomat oldu. Yani anneannemin bu küçük ve batıl inançlı orta sınıf muhitinden dışarıya çıkarak, şık, havalı ve parlak olan şu uluslararası okula tek Türk olarak zıplayıverdim. İlk defa burada “tipik yabancı” adını verdiğim şeyle de karşılaşmış oldum. Sınıfımızda, her ulustan pek çok öğrenci vardı. Yine de bu farklılıklar sınıfımızda kozmopolit eşitlikçi bir sınıf demokrasisi yaşamamızı gerektirmiyordu. Aksine, her bir çocuğun kendisinin bir birey olarak algılanmadığı bunun yerine daha büyük bir şeyin temsilcisi olarak görüldüğü bir atmosfer oluşmasına neden olmuştu. Minyatür bir birleşmiş milletler gibiydik, aslında eğlenceliydi, ta ki, dinsel veya ulusal anlamda negatif olarak algılanan bir şey ortaya çıkana dek. Bunu temsil eden çocuğun taklidi yapılırdı, aşağılanır ve sınırsız dalga geçilirdi. Ve düşünemediğim şey ise, bu okula devam ettiğim süre boyunca, ülkemde bir askeri darbenin yaşandığı, benim ulusumdan bir tetikçinin neredeyse Papayı vurduğu ve Türkiye’nin Eurovizyon şarkı yarışmasında sıfır aldığıydı.

O günlerde sıklıkla okulu asar ve bir denizci olmanın hayalini kurardım. Kültürel klişeler ile ilgili ilk deneyimimi de orada aldım. Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum “Geceyarısı Ekspresi” filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin çok fazla sigara içtiğini sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı araştırıyorlardı. Bu üçünün ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü. İspanya’dan sonra Ürdün’e, Almanya’ya gittik ve Ankara’ya döndük. Gittiğim her yere yanımda taşıyabileceğim hayalgücüm tek bavulum gibiydi. Hikayeler bana başka türlü sahip olamayacağım bir merkeziyet devamlılık ve tutarlılık hissi verdi.

Yirmili yaşlarımda İstanbul’a taşındım, aşık olduğum şehir. Çok canlı ve çeşitlilikle dolu bu muhitte yaşarken pek çok roman yazdım. 1999′da deprem İstanbul’u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan çıktım, gördüğüm bir şey ise hızımı kesti. Mahallenin bakkalı olan– huysuz alkol satmayan yaşlı bir adam vardı marginallerle de konuşmazdı. Uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri yanaklarından aşağıya akmış bir marjinalin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim. Ve depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan tek görüntü budur– muhafazakar bir bakkal ve ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi farklılıklarımız buharlaşır ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz bir oluruz. Ben her zaman hikayelerin de üzerimizde benzer şekilde bir etkisi olduğuna inanmışımdır. Kurgunun bir deprem kadar gücü olduğunu söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, küçük apartman dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş olduğumuz hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek başımıza geceye dalarız.

Kısa süre sonra, önce Boston sonra da Michigan’a bir kadın kolejine gittim. Çok fazla bir coğrafik değişim yaşamamış olsam da, dil ile ilgili bir deneyimim oldu. İngilizce kurgu yazmaya başladım. Göçmen, mülteci veya sürgün değilim. Bunu neden yaptığımı sordular. Ama diller arasında değiş tokuş yapmak bana kendini yeniden yaratma şansı veriyor. Türkçe yazmaya bayılıyorum, bana göre çok şiirsel ve duygusal bir dil. Ve ingilizce yazmaya da bayılıyorum ve bana göre bu daha matematiksel ve mantıksal. Yani her bir dil ile farklı bağlantılarım olduğunu hissediyorum. Bana göre İngilizce dünya çevresindeki diğer milyonlarca insan için olduğu gibi edinilmiş bir dil. Bir dili öğrenmeye geç başladığınız durumda, olan şey aralıksız bir şekilde devam eden bir hayal kırıklığı yaşarsınız. Geç başlayanlar olarak, hep daha çok söylemek, daha iyi şakalar yapmak, daha iyi şeyler söylemek isteriz. Ama akıl ve dilin arasındaki ayrılıktan dolayı sonunda daha azını söyleriz. Ve bu ayrılık da çok göz korkutucudur. Ama, eğer korkmamayı başarırsak son derece de uyarıcıdır. İşte benim de Boston’da keşfettiğim buydu– yaşadığım hüsran aynı zamanda son derece uyarıcıydı

Bu aşamada, yaşamımın aktığı yönü giderek artan bir merakla seyreden anneannem, günlük dualarına benim bir an önce evlenip bir yerlere yerleşip orada kalmamı da eklemeye başladı. Ve Allah onu sevdiği için de ben evlendim. Ama yerleşmek yerine, Arizona’ya gittim. Ve kocam da İstanbul’da olduğu için, İstanbul ve Arizona arasında gidip gelmeye başladım. Dünya üzerinde birbirinden daha çok farklı iki yer daha olamaz sanırım. Sanırım bir parçam hem fiziksel hem de manevi olarak her zaman göçebeydi. Hikayeler bana eşlik eder, varoluş yapıştırıcısı gibi parçalarımı ve hafızamı bir arada tutarlar.

Hikayeleri ne kadar çok sevsem de, yakın zamanlarda bir hikayenin sadece bir hikayeden fazlası olduğunda, sihrini de kaybettiğini düşünmeye başladım. Ve bu sizinle birlikte düşünmekten keyif alacağım bir konu. İngilizce yazmış olduğum ilk romanım Amerika’da yayınlandığında, bir edebi eleştirmenden ilginç bir yorum aldım. “Kitabını beğendim“, “ama keşke daha farklı yazmış olsaydın” dedi. Bunu ne anlamda söylediğini sordum. “Tamam, şöyle bir bak. Çok fazla sayıda İspanyol, Amerikan karakter olmasına rağmen sadece tek bir Türk karakter var, o da bir erkek.” Roman Boston’da bir üniversite kampüsünde geçiyordu. Yani bana göre Türk karakterlerden ziyade enternasyonel karakterleri içermesi çok normaldi. Ama eleştirmenimin ne aradığını anladım. Ayrıca onu hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğimi de anladım. Benim kimliğimin belli olmasını istiyordu. Ben de öyle olduğum için o kitapta Türk bir kadın görmek istiyordu.

Hikayelerin dünyayı nasıl değiştirdiğinden sıklıkla bahsederiz. Ama ayrıca kimlik politikalarıyla dolu dünyanın hikayelerin çizdiği çemberleri nasıl etkilediğini, okuduğunu ve yenilediğini de görmeliyiz. Pek çok yazar bu baskıyı taşır, ama özellikle batılı olmayanlar çok daha ağır hisseder. Ama eğer benim gibi müslüman bir dünyadan gelen bir kadın yazarsanız, o zaman sizden müslüman kadınların tercihen mutsuz hikayelerini yazmanız beklenir. Bilgilendiren, dokunaklı ve karakteristik hikayeler yazıp deneyimleri ve “avangard”ı da batılı meslektaşlarınıza bırakmanız beklenir. Madrid’de bulunan o okulda çocukluğumda deneyimlediğim şey şu anda edebiyat dünyasında yaşanıyor. Yazarlar, kendilerine özgü yaratıcı bireyler olarak görülmekten ziyade kendi kültürlerinden gelen temsilciler olarak algılanıyorlar. Çin’den bir kaç tane, Türkiye’den bir kaç tane, Nijerya’dan birkaç tane. Çok ayrıcalıklı olmasa da hepimizin kendimize özgü bir şeye sahip olduğu düşünülebilir.

Yazar ve yorumcu James Baldwin 1984 de bir röportaj sırasında sürekli homoseksüelliği ile ilgili sorulara maruz kalmıştı. Ropörtaj onu gay bir yazar olarak hasıraltı etmeye çalışırken, Baldwin durdu ve şöyle dedi, “Görmüyor musunuz? Başkalarında olmayan hiç bir şeye sahip değilim ve diğer kişilerde bulunmayan bir şeye de sahip değilim.” Kimlik politikaları bizlere etiketler takmaya çalıştığında hayal kurma özgürlüğümüz tehlikeye girer. Çok kültürlü edebiyat denilen ve batı dünyası dışından gelen yazarların birbiriyle yumak olduğu bir edebiyat kategorisi var. Harvard meydanında 10 yıl önceki ilk çok kültürlü edebiyat deneyimimi asla unutmayacağım. Üç yazar vardı, birisi Filipinlerden, bir Türk ve bir de Endonezyalıydık– fıkra gibi malum, birlikte getirilmiş olma nedenimiz de aynı artistik stile sahip olmamız değildi ya da aynı edebi stilde değildik. Sadece pasaportlarımız yüzündendi. Çok kültürlü yazarlardan gerçek hikayeler anlatmaları beklenir, kurgu pek beklenilmez. Kurguya yüklenilen bir misyon var. Bu şekilde sadece yazarların kendileri de değil onların kurguladıkları karakterler de daha büyük bir şeyin temsilcisi oluyorlar.

Ama hemen eklemeliyim ki bir hikayeyi hikaye olmaktan daha daha büyük bir yere getirme eğilimi sadece Batı’da yok. Bu her yerde böyle olabiliyor. 2005 Yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları yüzünden bana dava açıldığında bunu ilk elden deneyimlemiş oldum. Bir Ermeni ve bir Türk ailesi hakkında kadınların gözlerinden çok kesitli bir hikaye kurgulamayı amaçlıyordum. Benim mikro hikayem bir makro sorun haline gelince davalık oldum. Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için beni bazıları kutlarken bazıları da eleştirdiler. Ama zaman zaman iki tarafa da bunun sadece bir kurgudan ibaret olduğunu anımsatmak istediğim zamanlar oldu. Sadece bir hikayeydi. Ve “sadece bir hikayeydi” derken işimi küçümsüyor da değilim. Kurguyu olduğu şey şey için sevmek istiyorum, sonucunda olanlar için değil.

Yazarlar politik görüşleriyle başlık altına alınır ve bir takım güzel politik romanlar da var ama kurgusal lisan ve günlük politik lisan aynı şey değildir. Chekhov, “Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı konudur” demiştir. “Ve ikincisi de sanatçının sorumluluğundadır” Kimlik politikaları bizleri böldü. Kurgu ise birleştiriyor. Birisi genellemeleri süpürmekle ilgileniyor. Diğeri ise nüansları. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise öncü tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan oluşuyor. Kurgu ise akan bir su gibi.

Osmanlılar döneminde seyyar hikaye anlatıcları, meddahlar vardı. Kahvehanelere giderler izleyicilerin önünde hikayeler anlatırlar, çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikayedeki her yeni kişiyle birlikte, meddah sesini değiştirirdi, o karakteri canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi– sıradan insanlar, hatta sultan bile, müslümler ve gayrı-müslümler. Hikayeler tüm sınırları kesip atar. Orta Doğu’da çok yaygın ve popüler olan “Nasreddin Hoca” hikayeleri gibi. Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya’da da. Bugün, hikayeler sınırları aşmaya devam ediyorlar. Filistin ve İsrail politikacıları konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistin’li bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor vesaire, hikayeci ile bağlanıyor, hikayeci ile empati kuruyor. Edebiyatın bizi daha da öteye taşıması lazım. Eğer başaramazsa zaten iyi bir edebi eser değildir.

Kitaplar beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocukluktan kurtardılar. Ama onları putlaştırıyor olma tehlikesinin de oldukça farkındayım. Bir şair ve tasavvufcu olan Rumi, ruhsal eşi Şems-i Tebrizi-i ile karşılaştığında ikincisinin ilk yaptığı şeylerden birisi Rumi’nin kitaplarını suya atmak ve mektupların yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der: “Sizi kendinizden öteye götürmeden öteye taşıyan bilgi cahillikten de kötü bir bilgidir.” Bugünün kültürel “getto”larının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok şey biliyoruz, bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden daha öteye götürmeyen bilgi bizi elitçi yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve yere köklüdür. Ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir çember çizer. Aynı kurgumda olan gibi. Bir parçam istanbul’da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı geziyor, farklı kültürleri birleştiriyor. Bu açıdan, kurgularımın hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de her yerden olduğunu düşünmeyi seviyorum.

Sizlerden İstanbul’a gelenler büyük ihtimal Topkapı sarayını da görmüşlerdir, 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı sultanları orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyerlerin bulunduğu odanın hemen dışında binaların arasında ecinnilerin buluşma bölgesi denilen bir yer vardır. Bu görüş benim çok ilgimi çekiyor. Birşeylerin arasında kalan bu bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları kaypaklığın simgesi olarak görülen ve dumansız ateşten yapılmış ecinni denilen doğa üstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle kaypak ve belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve güvenilmezliği sevgiyle kucaklıyorum. 10 Sayfa sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerimin beni şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda müslüman bir kadını yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikaye olur. Bir sonraki kitabımda ise Norveçten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor olabilirim. Kalbimizden geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında yazabiliriz.

Audre Lorde bir defasında “Beyaz babalarımız bizlere düşünüyorum öyleyse varım demeyi öğrettiler” demişti. Ama onun önerisi “Hissediyorum, o zaman özgürüm” idi. Ben bunun harika bir kip kayması olduğunu düşünüyorum. Ama, o zaman neden bugün hala yaratıcı yazım kurslarında öğretmenlerin bizlere ilk söyledikleri şey neden bildiğiniz şeyi yazın oluyor? Belki de bu başlamak için doğru bir yol değildir. Yaratıcı edebiyatta kendimizi veya bildiklerimizi veya kişiliğimizi belirleyen şeyleri yazmamız gerekmiyor. Kendimize ve gençlere kalplerimizi genişletmeyi öğretmemiz gerekiyor ve hissettiklerimizi yazmayı. Kendi küçük kültürel “getto”muzdan dışarıya çıkmamız ve bir sonrakini ziyaret etmeliyiz.

Sonuçta, hikayeler dönen dervişler gibiler, çember üstüne çemberler çizerler. Tüm insanlığı kimlik politikaları ne olursa olsun birleştirirler. Ve bu da iyi haber. Ve eski bir Sufi şiiri ile bitirmek istiyorum. “Gelin tanış olalım; İşi kolay kılalım; Sevelim sevilelim; Dünyaya kimse kalmaz.”

Teşekkür ederim.

Oxford’daki TED konferansından

Sevgileri Yarınlara Erteleyenlere

Bilmem rastladınız mı hiç sürekli iş peşinde koşturup, hayatının öncelikli gündemini işlerinden oluşturan insanlara? Toplumsal hizmet, ülke yararı, kişisel ekonomik kalkınma, ülkesel kalkınma vb nedenlerle başını işten kaldırmayan insanlara? Belki rastlamışsınızdır, yanınızdan geçip gitmiştir… Belki de sadece varlığından kulak duyumu haberdar olmuşsunuzdur; birileri onun kendine hiç vakit ayırmadığından, birlikte hiç zaman geçiremediklerinden yakınırken… Belki de hiç karşılaşmayan, duymayan, bilmeyenler de vardır aranızda… Öyleyse böyle insanlarla karşılaşmış, gözlemlemiş ve bu insanları analiz etmiş Behçet Necatigil’in ilgili şiiri Sevgilerde eşliğinde bir zihin jimnastiği yapalım.


“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.”

Sevgileri yarınlara ertelemek en önemli meziyetleri arasındadır ilgili kişilerin. Yarınlara ertelenen sevgiler de bugünlerine yaşayamaz olur elbette, kendini ifade edemez özgürce. Tutuklaşır, hani derler ya “ağzından kerpetenle laf alınır” bazı insanların, işte aynen böyledir ertelenen sevgilerin başkahramanları… Bir taraf sevgiye susamış halde beklerken ümitle, diğer taraf kapı duvar (!)


“Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.”

Sevgisini erteleyip, başka zamanlarda dilediğince yaşayacağını hayal edenler, bugünlerinde sevdiklerine kendilerini bile bile yanlış tanıtmayı da göz almışlardır aslında. Düşünsenize, bir taraf ilgili, yakınlığa öylesine ihtiyaç duyarken, diğer taraf “şimdi bu kadar işimin, yoğunluğumun, koşturmacının arasında, yani kaşla göz arasında söylemekten, hakkını verememektense, ilerleyen zamanda vakit bulduğumda doya doya söylerim diye düşünüyordur. Oysa özleyen, bekleyen, seven, ilgiye hasret olan taraf, bunu ilgisiz, sevgisizlik olarak algılamaktadır. Başlarda dayanma gücünü bulur elbette, ancak zaman geçip süreç kendini aynı şekilde yineledikçe, kendini öylesine değersiz, hiçe sayılmış, sevilmeyen olarak hisseder ki, karşı tarafın sevgisine olan inancını kaybetmeye başlayabilir. “Beni seven, bu kadar zaman bana karşı bu kadar duyarsız olmayı başarabiliyorsa, bu sevgide ve ilişkide bir sorun var, beni yeterince sevmiyor” demek ki diye düşünmeye de başlayabilir. Ona ihtiyaç duyduğu anlarda, hep başka başka işlerin peşindeyse, o işlere kendisinden çok değer veriyorsa, ona karşı bu kadar duyarsız olabiliyorsa, bu ilişki, bu sevgi öyle bir yıpranmaya başlar ki…

“Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı”

Ve bitmeyen işler, gelip de kurtaramaz sevgiyi… Elbette o yoğun temponun akışında kendine bile ayıracak zaman bulamayan kişi de, istemezdi sevdiklerinden uzak kalmayı… Kalbi sevgi ile doluyken onu bile fark edemeyecek kadar koştururken hayatın içinde, o sevgi dolu bakışları görmekten kendini ve karşıdakileri mahrum etmeyi istemezler şüphesiz ki… Acaba durum gerçekten böyle mi? Yani gerçekten istemezler mi? Yoksa kendi “saygınlık”larını, başarılarını, güçlülüklerini, otoritelerini ve yetkinliklerini tekrar tekrar kanıtlama ihtiyacı onların dindirilmez ihtiyacı, uğrunda sevdiklerini yitirmeyi göze alabilecekleri vazgeçilmez arzuları mı? Onların maddi kazanç, başarı ve yetkinliklerini başkalarının gözlerine tekrar tekrar sokma hırsları, sevilenlerin kalpte kalmasından daha değerli ne de olsa değil mi… Sevilenler nasılsa oradalar ve sanki ömür boyu orada kalacaklarmış gibi… Sevilenlerin duyguları, ihtiyaçları, özlemleri yokmuş gibi… Sanki sadece Platon’un idealar dünyasındaki gibi durum… Sevilenlerin zihinsel temsilleri kadir sanki her şeye… Sanki sevilenler sadece zihinsel temsillerden ibaretlermiş gibi… Onların duyguları yokmuş gibi… Acaba mağarada hapis olan insanlardan farkı var mı kendisinin? O sevgileri yaşamak için riski göze alıp, o çalışmayı, işi gücü öne süren alışkanlıklar zincirinden kendini kurtarmaya cesareti var mı bu insanların gerçekten… Sevgi, hayat akışında arka planlarda kaldığına göre, onlar için bu cesaret gerektiren, farkında oldukları bir konu bile değil belki de… Öylesine vazgeçilmezdirler ki ne de olsa… Ya da “Giden gidecekse yapacak bir şey yok, hayat devam ediyor nasılsa, yapacak bir sürü iş var” anlayışında…


“Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.”

Belki de sadece “Bir gün tüm bunları bir kenara bırakıp, emekli olup, sakin, doğal güzelliklerle baş başa, sevdikleriyle baş başa kalacakları günleri bekleyip, o günlerde ifade etmek, göstermek, doya doya haykırmayı arzulamaktadırlar sevgilerini…” Sevgiyi, arada derede zamanlara sıkıştırmak, onu küçültürmüş gibi düşünüyorlardır belki de sadece… Ama zaman yerinde durmaz ki… Günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar öylesine hızla geçip gider ki… Diğeri işi gücü arasında zamanın nasıl geçtiğini fark etmezken, bekleyen taraflar için zaman geçmek bilmez… Geçen her an ise ayrı bir hasretle saplanır kalır bekleyenlerin gönlüne. Tüketir tüm enerjisini… Onu kendi ya kendi sevgisinde mahpus eder, ya da istenmediği hissini yaratıp çekip gitmeye… Zamana bırakılacak ne kalır ki…

“Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı”

Sevgi, gizli bahçelerde açan çiçekler gibi kalırsa, o kimsenin girmediği gizli bahçeleri yaban otları sarmaz mı? Bekletenin işleri var ne de olsa, o gelene kadar çiçekler, bahçenin o zengin toprakları kayıplara karışmaz, yitip ziyan olmaz mı? Kendi yalnız gecelerini –ya da belki de yalnız değil, farklı farklı aksesuarlarla doldurulmuş- sevdiklerine de yaşatma hakkını görecek kadar kontrol ondadır bu kişilerin… Küçük dünyaların küçük insanlarının küçük çıkarlarıyla uğraşmaya vakitleri vardır da, bir köşede kalmaya mahkûm bıraktıkları sevdiklerinin en ihtiyaç duydukları zamanlarda onların yanında olmaya vakit olmamıştır…

Bu yazının bir sonu yok… Ben de yazının sonunu yazmayı erteliyorum yarınlara… Tıpkı bu yazının başkahramanlarının sevgileri ertelediği gibi… Tam tersine ben de bu “iş”i erteliyorum… Sevgileri gelecek zamanlara ertelemeden kalın sağlıcakla…

Duygu Dinçer

Eylül Düşünceleri...

Eylül ayı pek çok kimse gibi bana da ayların en güzeli geliyor. Yazın sıcaklığının ardından Eylülün serinliği insana bir başka tat veriyor. Ara sıra yağan yağmurlardan sonra tertemiz ve berrak mavi göğe bakmak büyük bir zevk ve neşedir. Hele kurak ve çorak bölgelerde yazın sıcaklığının kırıldığı ve bulutların belirmeye başladığı bu ay büyük bir özlemle beklenir. Eylül düşüncelerimize ve duygularımıza tesir eder. Her şeyin geçiciliğini, zevalini ve faniliğini düşündürür. Boş arzuların peşine düşmenin gereksizliğini anlatır. Çünkü Eylülden sonra karanlık, bulutlu, soğuk, karlı, yağmurlu, çamurlu bir mevsim gelir ve fakirleri zangır-zangır titretir. Odununu kömürünü temin edememiş, sobasını yakma gücünden yoksun kimseler için kış bir zahmet ve eziyet mevsimidir.

Eylülde düşünce ve tefekküre dalmak, inzivaya çekilmek, çalışmaya ara verip işlerinin muhasebesini yapmak, öz eleştiri yapmaya çalışmak insana hoş gelir. Yazı ve kalem çalışmaları olanlar bu ayda düşüncelerini daha kolay yoğunlaştırabilirler. Yazdıkları eserleri zevkle gözden geçirip hatalarını düzeltebilir veya yeni tasarılarına başlayabilirler. Eylülün hüzün ve hazan mevsimi olduğuna ve insanda hüzün doğurduğuna inanılır. Her şey insanın elinden kayıyor hissi doğar. Hüznü sevenler de sevmeyenler de vardır. Hüzünde derin bir neşe fark edip onu arayanlar da vardır. Eylül hasadın sona erdiği, kışlık zahirenin ve ihtiyaçların stok edildiği aydı eskiden. Bunu yaptı iseniz kışa sevinerek girerdiniz.

Eylül veya sonbahar mevsimi aynı dairede dönen farklı çarklar gibi bazı şeyleri andır ve üst üste getirir. Sonbahar, günün dönümünden sonraki ikindi vaktini veya hafta tatilinden bir önceki günü veya ücret alma zamanından önceki haftayı veya insan ömrünün ihtiyarlık çağını hatırlatır. Bundan sonra çalışma bitecek, istirahat ve dinlenme başlayacak, her şeye paydos denecektir. Daha önceki vaktini iyi geçirenler için üzülecek bir şey yoktur. Fakat ümit ve arzularını gerçekleştirememiş olanlar için hazin bir son vardır. İşte bunun içindir ki bazı insanlar Eylül ayını ve sonbahar mevsimini böyle bir son olarak gördükleri için sevmezler. Ölümü, karanlığı, ümitsizliği anımsatan bir ay olarak görürler.

İnsan her şeyin farkına değişiklikle varır. Bütün aylar Eylül olsaydı şüphesiz Eylülün kıymeti bilinemeyecekti. Dört mevsimin yaşandığı bir ülkede yaşadığımız için şanslıyız. Sıcağı, soğuğu, serinliği ayrı-ayrı yaşıyoruz. Esasında görmesini bilen için her mevsimin ayrı bir güzelliği vardır. Kışın karın her tarafı beyaz örtüsü ile örtmesinin, baharda toprağın kabarmasının, ağaçlara kan ve can gelmesinin, yazın gıdalarımızı olgunlaştıran sıcaklığın da ayrı bir tadı ve zevki vardır ve bunlara muhtacız. Kışın yeri besleyen yağmurlar olmasaydı susuz kalırdık. Kışın o soğuk ve abus çehresinin nasıl bir rahmeti içinde barındırdığını çoğu görmüyor. Eskiler şöyle demiş: “görenedir görene, köre nedir köre ne…”

İlkbahar bir canlanma ve diriliştir. Adeta haşire benzer. Ölü kemiklerin dirilmesi gibi kuru ve ölü dallar yeşerir canlanır. “Dün kemikten külçe halindeydi her çıplak fidan. Bugün olgun kan, bak yüzünden damlayan” diyor Akif. Ah! Siz ilkbaharın tatlılığını çölde yaşayacaksınız. En büyük kontrast orada görüldüğü için çöldeki baharın ihtişamını hiçbir yerde yaşayamazsınız. Ağacı, çiçeği, bitki örtüsü, yeşilliği her mevsim bol olan yerlerde yaşayanlar bu değişikliği o kadar algılayamazlar. Çölde bahar bir başkadır! Allah her şeye bir güzellik katıyor, yeter ki bunları görebilelim. Eskiden yılbaşı Mart ayında idi ve tabiata gayet uygundu. Bunu neden değiştirdiklerini anlamıyorum. Yılın en soğuk ayının yılın başı olarak kabul etmek hiç de uygun değil. Bu bir Eylül yazısıdır, onu Eylül severlere ithaf ediyorum. Bir Eylül akşamı, bir Eylül günü hatırladığım öyle çok şeyler vardır ki!.. Onları asla unutamıyorum. Eylülün o tatlı serinliğindeki okumalarım bana hayatımın en büyük zevklerini vermiştir. Ne bu Eylülü ve ne de geçmiş Eylülleri hiç unutmayacağım. İlham kapılarının açıldığı aydır Eylül ayı benim için. Bütün Eylül sevenleri selamlıyorum. Tadını çıkarın ve doyunca yaşayın Eylülü. Başka Eylüllere kavuşmak dileğiyle şen ve esen kalın aziz Eylül severler.
 

Video oyunu nedir

video oyunu, bir video aygıtı ile görsel bir kullanıcı arayüzü oluşturularak oynanan oyundur. dünyanın ilk video oyunu, katot ışın tübü eğlence devresi (cathode ray tube amusement device) adlı oyundur. video oyunlarında genellikle giriş aygıtı olarak joystick kullanılır.çıkış olarak bir monitör ve hoparlörler bulunur. ancak zamanla giriş ve çıkış için çok daha gelişmiş aygıtlar kullanılmaya başlanmıştır. bunlara otomobil direksiyon sistemleri, uçak konsolları, titreşimli joystickler ve pedallar örnek verilebilir. video oyunları 90'lı yıllarda yerini bilgisayar oyunlarına bırakmış olsa da sony'nin ürettiği playstation ile birlikte, bilgisayar oyunlarına tekrar rakip olmuşlardır. playstation ardından xbox, wii, nintendo dual screen ile bilgisayarın rakipleri çoğalmıştır ancak hiçbir konsol bilgisayar kadar çok özellik (internet, işletim sistemi vs)sunamamaktad

Bilgisayar virüsü

Bilgisayar virüsü, kullanıcının izni ya da bilgisi dahilinde olmadan bilgisayarın çalışma şeklini değiştiren ve kendini diğer programların dosyaları içerisinde gizlemeye çalışan aslında bir tür bilgisayar programıdır.

Terim genelde kötücül yazılım (malware) dedilen geniş bir alanı ifade etmek için kullanılsa da, gerçek bir virüs aşağıda belirtilen iki görevi gerçekleştirmek durumundadır.

* Kendini çoğaltmalı
* Kendini çalıştırmalı (yürütmeli)

Biyolojik virüsler ile karşılaştırma

Virüsler nasıl çalışır? Bir bilgisayar virüsü , biyolojik virüslerin insandan insana bulaşması gibi bir bilgisayardan diğerine bulaşabilirler. Örneğin, uzmanların tahminine göre , Mydoom adlı solucan Haziran 2004 tarihinde bir gün içerisinde çeyrek milyon bilgisayara bulaştı. 2000 yılındaki bir diğer vakada ise ILOVEYOU virüsü , benzer etkileri yarattı. An itibariyle bilişim dünyasında onbinlerce virüs bulunmakta ve hergün yenileri tespit edilmekte. Bulaşma ya da yayılım şekillerindeki çeşitlilikten ötürü virüslerin nasıl çalıştıklarını tümü için geçerli olacak şekilde özetlemek zordur. Ancak, genelde çeşitli virüs tiplerini belirtmek için kullanılan geniş kategoriler bulunmaktadır.ayrıca en güzel örnek spam virüsüdür.

Bir disketteki bilgi için, bilgisayar, tıpkı DNA’yı kopyalamak isteğiyle vızıldayan hücre çekirdeği gibi, vızıldayan bir cennettir. Bilgisayarlar ve bunlara bağlı olan disket ve teyp sürücüleri, yüksek kopyalama doğrulukları amaçlanarak oluşturulmuştur. DNA moleküllerinde olduğu gibi, manyetize baytlar kopyalanmayı ‘dilemezler’. Yine de, kendini çoğaltacak adımları atabilen bir bilgisayar programı yazabilirsiniz. Sadece kendini bir bilgisayarda çoğaltmakla kalmayıp, diğer bilgisayarlara da kendisini yayacak bir şekilde. Bilgisayarlar baytları kopyalamakta ve bu baytların içinde bulunan talimatlara körü körüne itaat etmekte o kadar iyidirler ki, kendini ikileştiren programlar için oturan ördek kadar kolay avdırlar: yazılım parazitlerinin yakıp yıkmasına karşı kapıları sonuna kadar açık bir şekilde. Bencil genler ve memler teorilerine aşina herhangi bir şüpheci, modern bilgisayarların ayrım gözetmeyen disket ve email hareketlerinin belaya davet olduğunu bilecektir. Günümüzdeki bilgisayar virüsü salgınlarının tek şaşırtıcı yanı, ortaya çıkmalarının çok üzün süre almış olmasıdır.

DNA virüsleri ve bilgisayar virüsleri aynı neden için yayılırlar: içinde iyi kopyalama yapacak ve bu kopyaları etrafa yayacak ve virüslerin içerdiği talimatlara itaat edecek makinelerin bulunduğu bir çevrenin bulunması. Göreceli olarak, bu iki çevre sırasıyla hücresel fizyoloji ortamı ve geniş bir bilgisayar topluluğu ve veri işleme makineleri tarafından sağlanan çevredir. Başka bir yerlerde, başka ortamlar, başka vızıldayan ikileşme cennetleri var mıdır? "Richard Dawkins, Bir Şeytan'ın Papazı"

Sınıflandırma

Virüs tipleri birçok alt bölümde incelenebilir. Ana sınıflama bölümleri şunlardır:

Dosya virüsleri

Dosya virüsleri, asalak ya da yürütülebilir virüsler olarak da bilinen ve kendilerini yürütülebilir dosyalara (sürücü ya da sıkıştırılmış dosyalara) tutturan ve konak program çalıştırıldığında etkinleşen kod parçaçıklarıdır. Etkinleştikten sonra , virüs kendini diğer program dosyalarına tutturarak yayılabilir ve programlandığı şekilde kötü niyetli faaliyet gösterebilir. Birçok dosya virüsü kendilerini sistem hafızasına yükleyip sürücüdeki diğer programları araştırarak yayılır. Bulduğu programların kodlarını virüsü içerecek ve gelecek sefer program çalıştığında virüsü de etkinleştirecek şekilde değiştirir. Virüs tüm sisteme ya da bulaştığı programı ortak kullanan sistemlerin tüm alanlarına yayılana dek defalarca bunu yapar. Yayılmalarının yanı sıra bu virüsler hemen ya da bir tetikleyici vasıtasıyla etkinleşen tahrip edici bir tür bileşeni bünyelerinde barındırırlar. Tetikleyici özel bir tarih , virüsün belirli bir kopyalama sayısına ulaşması ya da önemsiz herhangi bir şey olabilir. Randex, Meve and MrKlunky dosya virüslerine verilebilecek birkaç örnektir.

Önyükleme sektörü virüsleri

Önyükleme sektörü sabit diske ait tüm bilgilerin saklandığı ve bir program vasıtası ile işletim sisteminin başlatılmasını sağlayan yerdir. Virüs , her açılışta hafızaya yüklenmeyi garantilemek amacıyla kodlarını önyükleme sektörüne yerleştirir. Bu , belki de , günümüzde sayıca azalmalarının da nedeni olmuştur. Programların disketler ile bir bilgisayardan diğerine taşındığı dönemlerde önyükleme virüsleri büyük bir hızla yayılıyordu .Ancak CD-ROM devrinin başlamasıyla , CD-ROM içerisindeki bilgilerin değiştilemez ve kod eklenemez olmasından ötürü, bu tür virüslerin yayılımı durdu. Önyükleme virüsleri hala var olsa da yeni çağ zararlı yazılımlarına nispeten çok nadirler. Yaygın olmamalarının diğer bir sebebi ise işletim sistemlerinin artık önyükleme sektörlerini koruma altına almasıdır. Polyboot.B ve AntiEXE önyükleme virüslerine örnektirler.

Çok parçalı virüsler

Çok parçalı virüsler önyükleme sektörü ve dosya virüslerinin birleşimidir. Bu virüsler CD/DVD ya da disket gibi virüsle enfekte olmuş ortamlar ile gelir ve hafızaya yerleşirler. Akabinde sabit diskin önyükleme sektörüne taşınırlar. Sektörden de sabit diskteki yürütülebilir dosyalara (.exe) bulaşır ve tüm sistem boyunca yayılırlar. Günümüzde çokparçalı virüsler pek bulunmamakta, fakat en parlak çağlarında, farklı bulaşma tekniklerini birleştirmelerinin sağladığı kabiliyetler büyük problemlere neden olmaktaydı. En bilinen çok parçalı virüs Ywinz'dir.

Makro virüsler

Makro virüsler, makrolar içeren çeşitli program ya da uygulamalarca yaratılmış dosyalara bulaşan virüslerdir. Microsoft Office programınca yaratılan Word belgeleri, Excel elektronik çizelgeleri, PowerPoint sunumları, Access veritabanları, Corel Draw, AmiPro uygulamalarınca yaratılmış dosyalar vs. etkilenen dosya tipleri arasındadır. Makro virüsler işletim sisteminin değil ait olduğu uygulamanın dilinde yazıldığından platform bağımsızdırlar ve uygulamayı çalıştırabilen tüm işletim sistemleri (Windows, Mac vb.) arasında da yayılabilirler. Uygulamalardaki makro dillerinin süreki artan kabiliyetleri ve ağlar üzerinde yayılma olasılıkları bu türden virüsleri büyük tehdit haline getirmektedir. İlk makro virüsü Microsoft Word için yazılmış ve 1995 Ağustos'unda tespit edilmişti.Bugun binlerce makro virüsü bulunmakta. Relax, Melissa.A ve Bablas makro virüs örnekleridir.Çoğalma bakımından worm(solucan)lara benzerler ama işlev yönünden farklılık gösterirler.

Ağ virüsleri

Ağ virüsleri, yerel ağlarda ve hatta İnternet üzerinde hızla yayılmak konusunda çok beceriklidir. Genelde paylaşılan kaynaklar, paylaşılan sürücüler ya da klasörler üzerinden yayılırlar. Bir kez yeni bir sisteme bulaştıklarında, ağ üzerindeki potansiyel hedefleri araştırarak saldırıya açık sistemleri belirlemeye çalışırlar. Savunmasız sistemi bulduklarında ağ virüsü sisteme bulaşır ve benzer şekilde tüm ağa yayılmaya çalışırlar. Nimda ve SQLSlammer kötü nam salmış ağ virüslerindendir.

Eşlik virüsleri

Eşlik virüsleri , konak dosyalarına tutunmuş değillerdir ancak MS-DOS'u suistimal edebilirler. Bir eşlik virüsü geçerli .EXE (uygulama ) dosyalarına ait isimleri kullanan genelde .COM nadiren .EXD uzantılı yeni dosyalar yaratmaktadır. Eğer kullanıcı belirli bir programı çalıştırmak için komut konsoluna sadece programın ismini yazıp .EXE uzantısını yazmayı unutursa DOS, ismi ve uzantıları aynı olan dosyalardan uzantısı sözlükte önde görünen dosyanın çalıştırılmak istendiğini varsayıp virüsü yürütecektir. Örneğin kullanıcı dosya adı.COM (virüs dosyası) ve dosya adı.EXE (yürütme dosyası) adlı iki dosyaya sahip olsun ve komut satırına sadece dosya adı yazmış bulunsun. Uzantılar incelendiğinde sonuç olarak dosya adı.com yani virüs dosyası yürütülecektir. Virüs yayılacak ve atanmış diğer görevleri yaptıktan sonra kendisiyle aynı isime sahip .exe dosyasını çalıştıracaktır. Böylece kullanıcı büyük ihtimalle virüsün ayırdına varamayacaktır. Bazı eşlik virüslerinin Windows 95 altında ve Windows NT'deki DOS öykünücüleri üzerinde çalışabildiği bilinmektedir. Yol eşlik virüsleri geçerli sistem dosyaları ile aynı ada sahip dosyalar oluşturur ve dizin yolu içinde bulunan eski virüsleri yenileri ile değiştirir. Bu virüsler MS-DOS komut istemini kullanmayan Windows XP'nin kullanıma sunulması ile giderek seyrekleşmişlerdir.

Yazılım bombaları

Yazılım bombaları, gerekli şartlar oluşana dek atıl durumda kalan ve özel bir kodu işleyen yazılımlardır. Şartların olgunlaşması kullanıcıya mesajlar göstermek ya da dosyaları silmek gibi belirli fonksiyonları tetikleyecektir. Yazılım bombaları bağımsız programların içerisinde barınabildikleri gibi virüs ya da solucanların parçaları da olabilirler. Belirli sayıdaki konağı etkiledikten sonra etkinleşen yazılım bombaları örnek olarak verilebilir. Saatli bombalar, yazılım bombalarının alt kümeleri olup belirli tarih ya da zamanda etkinleşecek şekilde programlanmışlardır. Saatli bombalara ünlü Friday the 13th virüsü örnek verilebilir.

Cross-site scripting virüsleri

Bir cross-site scripting virüsü (XSSV) çoğalabilmek için cross-site betik açıklarını kullanan virüslerdir. Bir XSSV yayılabilmek için web uygulamaları ve web tarayıcılarına ihtiyaç duyduğundan simbiyoz tip virüstür. Aslında xss bir virüs değil, sistem açığıdır. Php tabanlı sitelerde görülür.id= değişkeninden sonra kullanılan zararlı kod ile açık çağrılır. Açık bulunursa site adminine açıklı link yollanması ile cookieleri çalınabilir. Bu açık hotmailde de vardır bu yüzden mail güvenliği açısından gelen her adres açılmamalıdır

Sentineller

Sentineller oldukça gelişkin virüs tipi olup yaracısına bulaştığı bilgisayarları uzaktan kullanma yetkisi verir. Sentineller bot , zombi ya da köle adı verilen bilgisayarların oluşturduğu ve Hizmeti engelleme saldırısı gibi kötü niyetli amaçlarda kullanılacak geniş ağlar yaratmada kullanılırlar.

Virüslerin, makinenize bulaşma ya da makinenizde etkin halde olmadan saklanma yolları pek çoktur. Ancak etkin olsun ya da olmasın virüslerin başıboş bırakılması çok tehlikelidir ve ivedi şekilde sorun halledilmelidir.

Diğer zararlı yazılımlar

Geçmişte bir bilgisayarı zor durumda bırakabilecek tek yöntem zararlı taşıyan disketleri bilgisayara yerleştirmekti. Yeni teknoloji çağının başlamasıyla, artık, neredeyse her bilgisayar dünyanın geri kalanına bağlanmış durumda. Dolayısıyla zararlı bulaşmalarının kaynak yerlerini ve zamanlarını kesin olarak tespit etmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Bunlar yetmezmiş gibi bilgisayar çağında yeni tür zararlı yazılımlar türemiş durumda. Günümüzde virüs terimi, bir bilgisayarı zararlı yazılımlarca saldırıya maruz bırakacak tüm değişik yöntemleri belirtmekte kullanılan genel bir terim halini almıştır. Açıklanan virüs tiplerinin dışında günümüzde yenice karşılaştığımız problemler bulunmakta.

Truva Atları

Truva atları ilgi çekici görünen ama aslında aldatmaya yönelik zararlı dosyalardır. Sistemde var olan dosyalara kod eklemektense ekran koruyucu yüklemek, emaillerde resim göstermek gibi bir işle iştigal oldukları izlenimi uyandırırlar. Ancak, aslında arka planda dosya silmek gibi zararlı etkinlikler gerçekleştirmektedirler. Truva atları bilgisayar korsanlarının bilgisayarınızdaki kişisel ve gizli bilgilerinize ulaşmalarına imkân tanıyan gizli kapılar da yaratırlar.

Truva atları aslında sanılanın aksine virüs değillerdir çünkü kendilerini çoğaltamazlar. Bir Truva atının yayılması için saklı bulunduğu email eklentisinin açılması ya da Truva atını içerir dosyanın internet üzerinden bilgisayara indirilip yürütülmesi gerekir.

Hizmeti engelleme saldırısı Truva atları

Hizmeti engelleme saldırısı (Denial of service attacks) Truva atlarının dayandığı temel düşünce kurbanın bilgisayarındaki İnternet trafiğini bir web sitesine ulaşmasını veya dosya indirmesini engelleyecek şekilde arttırmaktır. Hizmeti Engelleme Saldırısı Truva atlarının bir başka versiyonu mail-bombası Truva atlarıdır ki ana amaçları mümkün olabildiğince çok makineye bulaşmak ve belirli email adreslerine aynı anda filtrelenmeleri münkün olmayan çeşitli nesneler ve içerikler ile saldırmaktır.

Vekil sunucu Truva atları

Bu türden Truva atları kurbanın bilgisayarını vekil sunuculara çevirir. Bu yolla, kurban bilgisayarı riskli internet servislerine anonim ulaşım için kullanılmak üzere tüm dünyanın erişimine açıktır. Saldırgan kurban bilgisayarını kullanarak alan adı kaydı yapabilir, yetişkin içerikli sitelere çalıntı kredi kartları ile erişebilir ve kanunsuz birçok işi iz bırakmadan gerçekleştirebilir.

FTP Truva Atları

Bu tür Truva atları en basit ve artık modası geçmiş Truva atlarıdır. Yaptıkları tek şey FTP transferleri için kullanılan 21. portu açmak ve herkesin bilgisayarınıza bağlanabilmesine imkân tanımaktır. Bu türün yeni versiyonları sadece saldırganın sisteminize ulaşmasını sağlayan parola korumalı yapıdadırlar. Aslına bakarsanız Trojan'ın modası geçmiş virüs olmasına karşılık halen kullanımı yaygındır.Bu tür virüsler sizin sisteminize girmeleriyle kalmaz gerekli bilgilerinizi çalabilirler,kredi kartı numaralarını ve buna benzer bir çok şey yapabilirler. Günümüz teknolojisi bunu engelleyecek bir çok program üretmiştir.

Yazılım Tespit Engelleyiciler

Bu Truva atları makinenizi koruyan popüler antivirüs ve firewall yazılımlarının çalışmalarını engelleyerek saldırganın sisteminize erişimine olanak tanır. Yukarıda belirtilen Truva atı tiplerinden birini ya da birkaçını birden içerecek yapıda olabilir.

Solucanlar

Bilgisayar solucanları çoğalan, bağımsız şekilde çalışabilen ve ağ bağlantıları üzerinde hareket edebilen programlardır. Virüs ve solucanlar arasındaki temel fark çoğalma ve yayılma yöntemleridir. Bir virüs çalışmak için konak ya da önyükleme sektörü dosyalarına ihtiyaç duyarken, makineler arası yayılım için gene taşıyıcı dosyalara gereksinim duyar. Oysa solucanlar kendi başlarına bağımsız şekilde çalışabilir ve bir taşıyıcı dosyaya ihtiyaç duymadan ağ bağlantıları üzerinde yayılabilirler. Solucanların yarattığı güvenlik tehditleri bir virüsünküne eşittir. Solucanlar sisteminizdeki elzem dosyaları tahrip etmek, makinenizi büyük ölçüde yavaşlatmak ve bazı gerekli programların çökmesine neden olmak gibi bütün olası zararları yaratabilme yeteneğindedirler. MS-Blaster ve Sasser solucanları en tanınış solucanlara örnektirler.

Casus yazılımlar

Casus yazılımlar, reklam destekli yazılımları nitelemekte kullanılan diğer bir terimdir. Paylaşılan yazılımları üreten yazarlar, program içerisinde reklam yayınlatarak ürünü kulanıcıya satmadan da para kazanabilirler. Piyasadaki birçok büyük media şirketi yazarlara reklam bantlarını yazılımlarına yerleştirmelerini önerir ve reklam bantları sayesinde satılan her ürün için belirli bir oranda komisyon vermeyi vaat eder. Eğer kullanıcı yazılımdaki reklam bantlarını can sıkıcı buluyorsa, lisans ücretini ödediği takdirde banttan kurtulmanın imkânına erişir. Bu bantları üreten reklam şirketleri, ek olarak internet bağlantınızı sürekli kullanarak internet kullanımınıza ait istatistiki bilgileri sizin bilginiz dahilinde olmadan reklam verenlere gönderen bazı izleme programlarını sisteminize yüklerler. Yazılımlara ait gizlilik politikalarında hassas ve tanımlayıcı verilerin sisteminizden toplanmadığı ve kimliğinizin belli olmayacağı belirtilse de kişisel bilgisayarınızı bir sunucu gibi çalışarak size ait bilgileri ve internet kullanımınıza ait alışkanlıklarınızı 3. kişi ya da kurumlara göndermektedir.

Casus yazılımlar ayrıca bilgisayarınızı yavaşlatmakla, işlemci gücünün bir kısmını kullanmakla, uygunsuz zamanlarda sinir bozucu pop-up pencereleri ekrana getirmekle ve anasayfanızı değiştirmek gibi İnternet tarayıcısı ayarlarınızı değiştirmekle ünlüdürler. Ek olarak yasal olmayan bu tür yazılımlar büyük bir güvenlik tehditi oluşturmakta ve sisteminizden temizlenmelerinin hayli güç olması virüsler kadar baş belası olabileceklerini açıkça göstermektedir.

Bilgisayar virüslerinin etkileri
Bazıları zarar vermektense, sadece sistem içinde çoğalmayı ve metin, resim ya da video mesajları göstererek fark edilmeyi tercih ederler. Bu zararsızmış gibi gözüken virusler kulanıcı için problem yaratabilir. Bilgisayar hafızasını işgal ederek makineyi yavaşlatabilir, sistemin kararsız davranmasına hatta çökmesine neden olabilirler. Ek olarak birçok virüs, hata (bug) kaynağıdır ve bu hatalar sistem çökmelerine ve veri kaybına neden olabilir.

Virüs teriminin kullanımı

Bilgisayar virüsü terimi, biyolojik muadilinden türetilmiş olup onunla aynı mantıkta kulanılmaktadır. Tam olarak doğru olmasa da virüs terimi genelde Truva atı ve solucan da dahil olmak üzere tüm zararlı çeşitlerini ifade edecek şekilde kullanılmaktadır. Günümüzde en tanınmış antivirüs yazılım paketleri tüm saldırı çeşitlerini savunabilecek yapıdadır. Bazı teknoloji topluluklarında virüs terimi , küçümsemek maksadıyla, zararlı yazıcılarını da belirtecek şekilde kullanılır.


Virus terimi ilk olarak 1984'te Fred Cohen tarafından hazırlanan Experiments with Computer Viruses adlı tez çalışmasında kullanılmış ve terimin Len Adleman ile birlikte türetildiği belirtilmiştir. Ancak daha 1972'lerde David Gerrold'e ait When H.A.R.L.I.E Was One adlı bir bilim-kurgu romanında, biyolojik virüsler gibi çalışan VIRUS adlı hayali bir bilgisayar programdan bahsedilmiş. Gene bilgisayar virüsü terimi, Chris Claremont'in yazdığı ve 1982 yılında basılmış Uncanny X-Men adlı çizgi romanda geçmiş. Dolayısıyla Cohen'in virüs tanımlaması akademik olarak ilk kez kullanılsa da terim çok önceden türetilmişti.

Virüslerin Tarihi

İlk olarak 1948 yılında John Von Neuman tarafından kendini kopyalayabilen bilgisayar programı fikri ortaya atılmıştır.

Elk Cloner adlı bir program labaratuvar ya da bilgisayar dışında üretilmiş olup ilk bilgisayar virüsü olarak tanımlanmıştır. Rich Skrenta tarafından 1982 yılında yazılan virüs Apple DOS 3.3 işletim sistemine bulaşıp disketler vasıtasıyla yayılmıştır. Bu virüs aslında bir lise öğrencisi tarafından hazırlanan bir tür şaka idi ve oyun dosyaları içerisine gizlenmişti. Oyunu 50. çalıştırmada virüs salınıyor ve akabinde boş bir ekranda Elk Cloner adlı virüs hakkında bir şiir gösterilerek bulaşma işlemi tamamlanıyordu.

"Bilgisayar Virüsü" konulu ilk doktora tezi 1983 yılında hazırlandı.

İlk PC (Kişisel Bilgisayar) virüsü (c)Brain adında bir önyükleme sektörü virüsü idi ve 1986 yılında Pakistan'ın Lahore şehrinde çalışan Basit ve Amjad Farooq Alvi isimli iki kardeş tarafından yazılmıştı. Kardeşler virüsü, resmi olarak, yazdıkları yazılımın korsan kopyalarını engellemeye yönelik hazırlamışlardı. Ancak analizciler bir tür Brain türevi (varyant) olan Ashar virüsünün, kodlar incelendiğinde aslında Brain'den önce yaratıldığını iddia etmekteler.

Bilgisayar ağlarının yaygınlaşmasından evvel, birçok virus çıkarılabilir ortamlar, özellikle disketler, vasıtasıyla yayılmaktaydılar. Kişisel bilgisayar devrinin ilk günlerinde birçok kullanıcı bilgi ya da programları disketler ile bir bilgisayardan diğerine taşımaktaydılar. Bazı virusler bu disketlerde bulunan programlara bulaşarak yayılmaktaydılar. Bazıları da kendilerini önyükleme sektörlerine yükleyerek bilgisayar çalıştırılır çalıştırılmaz etkin hale geçmeyi amaçlamaktaydılar.

Geleneksel bilgisayar virüsleri de 1980'lerde kişisel bilgisayarların hızla yayılması sonucunda bilgisayarlı bilgi sistemlerinin ve modemlerin kullanımındaki artış sonucunda yazılım paylaşımı sıklaştı. Bilgisayarlı bilgi sistemleri (BBS) sayesinde yazılımların paylaşımı Truva atlarının yayılmasına katkıda bulunurken, çok kullanılan yazılımları etkileyecek özel virüsler yazılmaya başlandı. Gene paylaşılan yazılımlar (Shareware) ve kaçak yazılımlar, BBS'ler üzerinde virüslerin yayılımı için kullanılan genel taşıyıcılardı. Bir tarafta korsanlar, ticari yazılımların yasal olmayan kopyalarını pazarlarken, iş çevreleri de virüslerin açık hedefleri haline gelmiş güncel uygulamaları ve oyunları güvenli kılmakla uğraşmaktaydılar.

1990'ların ikinci yarısından itibaren makro virüsler sıklaştı. Bu türden virüslerin birçoğu Word ve Excel gibi birçok Microsoft programını etkileyebilen betik dillerinde hazırlanıyorlardı. Bu virusler Microsoft Office ile yaratılmış belge ve elektronik çizelgelere bulaşmaktaydı. Word ve Excel Mac OS üzerinde de çalışabildiklerinden bu virusler Macintosh bilgisayarlara da yayılmaktaydı. Bu türden virüslerin bir çoğu virus bulaşmış email gönderme yetisinde değildiler. Email yoluyla yayılım gösteren virüsler Microsoft Outlook Com arayüzününün avantajını kullanmaktaydılar.

Makro virüsler özellikler tespit programları için problem teşkil etmektedir. Örneğin Microsoft Word'ün bazı sürümleri makroların ek boş satırlar ile çoğalmalarına izin vermekteydi. Bazı makro virüslerin de aynı şekilde davranmalarından ötürü normal makrolar yanlışlıkla yeni bir virüs olarak tanımlanmaktaydı. Bir başka örnekte ise iki makro virüsü aynı anda belgeye bulaştığında, ikisinin birleşimi çiftleşme olarak algılanıyor ve muhtemelen ebeveynden ayrı yeni bir virüs olarak tespit ediliyordu.

Bir bilgisayar virüsü hazır mesajlaşma üzerinden de gönderilebilir. Virüs bulaştığı makineyi kullanarak bir web adresi linkini kişiler listesindeki tüm şahıslara hazır mesaj olarak gönderebilir. Mesajı alan kişi arkadaşından (ya da herhangi bir güvenilir kaynaktan) geldiğini düşündüğü linke tıklarsa, ulaşılan sitede bulunan virüs bilgisayara bulaşabilir ve yukarıda bahsedilen yöntemi kullanarak diğer kurban bilgisayarlara yayılabilir.

Kasım 2001'de Outlook ve Outlook Express'teki güvenlik açığını kullanan "Badtrans" solucanı, virüslerin bulaşması için virüslü e-posta eklentileri açılmalıdır tezini çürüttü.

Yeni tür bilgisayar virüsleri cross-site betik virüsleridir. Virüs araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmış ve 2005 yılında akademik olarak sunumu yapılmıştır. Virüs yayılmak için cross-site scripting açığını kullanmakta . 2005 yılından bu yana birçok cross-site scripting virüsü örneği gözlendi. Etkilenen belli başlı siteler arasında Myspace ve Yahoo bulunmakta.

Neden bilgisayar virüsleri yapılır ?

Biyolojik virüslerin aksine bilgisayar virüsleri kendi başlarına evrimleşemezler. Bilgisayar virüsleri ne kendiliğinden var olabilirler ne de yazılımlardaki hatalardan (bug) türeyebilirler. Programcılar ya da virüs yapma yazılımı kullanan kişiler tarafından üretilirler. Bilgisayar virüsleri ancak programlandığı etkinlikleri gerçekleştirmeye muktedirdir.

Virüs yazıcılarının zararlıyı üretme ve yayma amacı çok çeşitli nedenlere dayandırılabilir. Virüsler araştırma projeleri amaçlı , şaka amaçlı , belirli şirketlerin ürünlerine saldırmak amaçlı, politik mesajları yaymak amaçlı veya kimlik hırsızlığı, casus yazılım ve saklı virüs ile haraç kesme gibi yöntemlerle finansal kazanç sağlamak amaçlı yazılabilmektedir. Bazı virüs yazıcılar ürettiklerini sanat yapıtı olarak görmekte ve virüs yazmayı bir tür yapıcı hobi olarak tanımlamaktalar. Ek olarak birçok virüs yazıcısı, virüslerin sistemler üzerinde tahrip edici etkiler göstermesinden yana değildir. Çoğu yazıcı saldırdıkları işletim sistemini bir zihin egzersizi ya da çözülenmeyi bekleyen bir mantık sorusu olarak görmekte ve antivirüs yazılımlarına karşı oynanan kedi fare kovalamacasının kendilerini cezbettiğini belirtmekteler. Bazı virüsler iyi virüsler olarak addedilir. Bulaştıkları programları güvenlik açısından geliştirilmeye zorlar ya da diğer virüsleri silerler. Bu tür virüsler çok nadirdir ve sistem kaynaklarını kullanır, bulaştıkları sistemlere yanlışlıkla zarar verebilir ve bazen diğer zararlı kodların bulaşması ile virus taşıyıcı hale gelebilirler.

Zayıf yazılmış bir iyi virüs gene yanlışlıkla zarar veren forma dönüşebilir. Örneğin iyi bir virüs hedef dosyasını yanlış tanımlayabilir ve masum bir sistem dosyasını yanlışlıkla silebilir. Ek olarak, normalde bilgisayar kullanıcısının izni olmadan işlemektedir. Kendini sürekli çoğaltan kodlar ek problemlere de neden olduklarından iyi niyetli bir virusun , kendisini çoğaltmayan ve problemi halledebilecek geçerli bir programa kıyasla sorunu ne derece çözebileceği kuşku uyandırmaktadır. Kısaca virüs yazarları aleminin genelini belirtecek bir nitelemenin çıkarımı zordur.

Birçok hukuk sahasında herhangi bir bilgisayar zararlısını yazmak suç sayılmaktadır.

Bilgisayar virüsleri diskler ve veri hatları gibi elektronik ortamlarla sınırlanmamıştır. Virüs, bir bilgisayardan diğer bilgisayara olan yoluna basılmış mürekkeple, insan gözündeki ışık ışınlarıyla, optik sinir iletileriyle ve parmak kas kasılmalarıyla devam edebilir. Bir virüs programının kodlarını basarak okuyucularının ilgisine sunan bir bilgisayar meraklıları dergisi geniş bir kesimce kınanmıştır. Aslında, virüs programları hakkında herhangi bir çeşit ‘Nasıl yapılır’ bilgisi yayınlanarak, belirli tip çocuksu zihinlerin virüs fikrine dikkatlerinin böylesine çekilmesi, haklı bir şekilde sorumsuz hareket olarak görülür.

Virüslerin Çoğalım stratejileri

Bir virüsün kendini çoğaltabilmesi için virüsün yürütülmeye ve hafızaya yazılmaya izinli olması gerekir. Bundan ötürü birçok virüs kendilerini geçerli programların yürütülebilir dosyalarına tuttururlar. Eğer bir kullanıcı virüs bulaşmış programı başlatmaya kalkarsa, ilk olarak virüsün kodu çalıştırılır. Virüsler yürütüldüklerinde gösterdikleri davranışlara göre iki çeşide ayrılırlar. Yerleşik olmayan virüsler hemen tutunacakları başka konaklar ararlar, bu hedeflere bulaşır ve nihayetinde bulaştıkları programa kontrolü bırakırlar. Yerleşik virüsler yürütülmeye başladıklarında konak aramazlar. Bunun yerine yürütümle birlikte kendilerini hafızaya yükler ve kontrolü konak programa bırakırlar. Bu virüsler arka planda etkin kalarak, virüs bulaşmış program dosyalarına erişen her programın dosyalarına ya da işletim sisteminin kendisine bulaşırlar.

Yerleşik olmayan virüsler

Yerleşik olmayan virüslerin keşfedici modül ile çoğaltıcı modülden oluştukları düşünülebilir. Keşfedici modül virüsün bulaşması için kullanılacak yeni dosyalar aramakla yükümlüdür. Keşfedici modülün karşılaştığı her yürütülebilir dosyaya çoğaltıcı modül çağrılmak suretiyle virüs bulaştırılır.

Basit virüsler için çoğaltıcının görevleri şunlardır:

* 1. Yeni bir dosya aç
* 2. Dosyaya önceden virüs bulaştırılıp bulaştırılmadığını kontrol et (eğer bulaştırlımış ise keşfedici modüle geri dön)
* 3. Virüs kodunu yürütülebilir dosyaya tuttur.
* 4. Yürütülebilir dosyanın başlangıç noktasını kaydet.
* 5. Yürütülebilir dosyanın başlangıç noktasını yeni eklenen virus kodunun başlatma alanına yönlendir.
* 6. Eski başlatma alanını virüs yürütülür yürütülmez o alana yayılacak şekilde virüse kaydet.
* 7. Yürütülebilir dosyadaki değişiklikleri kaydet.
* 8. Virüs bulaşmış dosyayı kaydet.
* 9. Çoğaltıcı modülün virüs bulaştıracaği dosyalar bulabilmesi için keşfedici modüle geri dön .

Yerleşik virüsler

Yerleşik virüsler yerleşik olmayan virüslerdeki örneğine benzer bir çoğaltıcı modül içerirler. Ancak yerleşik virüslerde çoğaltıcı modülü çağıran keşfedici modül bulunmamaktadır. Onun yerine, virüs yürütüldüğü vakit çoğaltıcı modül hafızaya yüklenir ve böylece işletim sistemi belirli tip bir görevi her seferinde uygularken çoğaltıcı modülün de yürütülmesi sağlanır. Örneğin işletim sistemi bir dosyayı her seferinde yürütürken çoğaltıcı modül çağrılabilir. Bu durumda virüs bilgisayarda yürütülmekte olan tüm uygun programlara bulaşabilir.

Yerleşik virüsler, bazen hızlı bulaşıcılar ve yavaş bulaşıcılar olmak üzere alt kategorileri ayrılabilirler. Hızlı bulaşıcılar olabildiğince çok dosyayı infekte etmeye çalışırlar. Örneğin, hızlı bulaşıcı ulaşılan her potansiyel konak dosyasına virüs bulaştırabilir. Bu durum antivirüs programları için özel bir problem oluşturmaktadır, çünkü virüs tarayıcısı sistem genelinde tarama yaptığında sistemdeki tüm potansiyel konak dosyalarına erişecektir. Eğer virüs tarayıcısı sistem hafızasında virüsün bulunduğunu tespit edemez ise virüs, virüs tarayıcısını arkadan takip ederek tarama için erişilen tüm dosyalara bulaşacaktır . Hızlı bulaşıcılar, sisteme yüksek hızda yayılmalarına bel bağlarlar. Bu metodun sakıncası virüsün birçok dosyaya bulaşması ve kendisinin tespitini bir anlamda kolaylaştırmasıdır. Çünkü sistem hafızasını işgal eden virüsler giderek makineyi yavaşlatacak ve şüphe uyandıran eylemler gerçekleştirerek antiviruüs yazılımları tarafından fark edileleceklerdir. Yavaş bulaşıcılar ise konak dosyalarını nadiren infekte edecek şekilde tasarlanmışlardır. Örneğin, bazı yavaş bulaşıcılar sadece kendilerini kopyaladıklarında dosyalara tutunurlar. Yavaş bulaşıcılar aktivitelerini sınırlayarak tespit edilmekten sakınmaya çalışırlar. Bilgisayarı fark edilebilir şekilde yavaşlatmaları olası değildir ve şüphe uyandıran davranışları tespit eden antivirüs yazılımlarını tetiklememek için ellerinden geleni ardlarına koymazlar. Yavaş bulaşma ile tüm sisteme yayılma yaklaşımı bu tür viruslerin amaçlarına ulaşmalarına imkân vermemiştir.

Virüslerin Tespitten korunma yöntemleri

Kullanıcılar tarafından tespit edilmeyi güçleştirmek adına virüsler bazı aldatmacalar kullanmaktadır. Özellikle MS-DOS platformundaki bazı eski virüsler, konak dosyaya bulaşıp içeriği değiştirmelerine rağmen, son değiştirme tarihinin özellikle değişmeden kalmasını sağlarlar.

Ancak bu yaklaşım ile antivirüs yazılımlarını aldatamazlar.

Bazı virüsler, ulaştıkları dosyaların büyüklüklerini değiştirmeden ve dosyaya zarar vermeden bulaşırlar. Bunu yürütülebilir dosyadaki kullanılmayan alanların üzerine yazarak gerçekleştirirler. Bu türden virüsler boşluk virüsleri olarak adlandırılırlar . Örneğin bir zamanlar büyük tahribata neden olmuş Chernobyl virüsü taşınabilir yürütülebilir dosyaları etkiler çünkü bu tür dosyalarda çok sayıda boşluk bulunmaktadır. 1 KB boyutundaki virüs, dosyalara bulaştığında dosya büyüklükleri değişmeyecektir.

Bir kısım virüsler antivirüs programları kendilerini tespit etmeden evvel bazı antivirüs program görevlerini sonlandırarak tespiti engellemeye çalışırlar.

Bilgisayarlar ve işletim sistemleri gelişip karmaşıklaştıkca eski tip saklanma yöntemlerinin güncellenmeleri ya da yenileriyle değiştirilmeleri gerektiği açıktır.

Olta dosyalarından ve diğer istenmeyen konaklardan sakınma

Bir virüs yayılıma devam edebilmek için mutlaka bir konağa tutunmalıdır. Bazı durumlarda konak programına bulaşmak iyi bir fikir değildir. Örneğin bazı antivirüs programları bütünlük kontrolu yaparak kendi kodlarını incelerler. Dolayısıyla bu türden programlara tutunmak virüsün açığa çıkmasına neden olacaktır. Bundan ötürü bazı virüsler, antivirüs programlarının parçaları oldukları bilinen bir kısım programlara tutunmayacak şekilde tasarlanırlar . Virüslerin sakındıkları bir başka konak türü ise olta (bait) dosyalarıdır. Olta dosyaları, antivirüs programaları ya da antivirüs uzmanları tarafından virüsün bulaşmasına yönelik özel olarak hazırlanan dosyalardır. Bu dosyaların hepsi de virüsleri tespit etmeye yönelik olup çeşitli amaçlar için üretilmektedirler;

* Antivirüs uzmanları olta dosyalarını virüs numunesi elde etmek için kullanırlar. Bir virüsü küçük olta dosyalarında saklamak ve incelemek, sistemdeki büyük programların dosyalarına bulaşmış virüsü incelemeye göre daha pratik olduğundan uzmanlar olta dosyalarını kullanırlar.

* Antivirüs uzmanları olta dosyalarını virüs davranışlarını incelemekte ve olası tespit yöntemlerini değerlendirmekte kullanırlar. Bu , özellikle virüsün çok şekilli olduğu durumlarda çok işe yaramaktadır. Bu durumda virüsün hazırlanan çok sayıda olta dosyasına bulaşması amaçlanır. Virüs bulaşmış tüm olta dosyaları, bir virüs tarayıcısının tüm virüs versiyonlarını tespit edip edemediğini değerlendirmede kullanılabilir.

* Bazı antivirüs yazılımları da düzenli erişilen olta dosyalarını kullanmaktadır. Bu olta dosyalarında değişiklik olduğunda antivirüs yazılımı kullanıcıyı, sistemde etkin bir virüs bulunabileceği konusunda uyarır.

Olta dosyaları, virüsleri tespit etmekte ya da tespit etmeyi kolaylaştırmakta kullanıldıklarından , bir virüs bu türden dosyalara bulaşmayarak kendine fayda sağlayabilir. Virüs bunu anlamsız komutlar içeren küçük program dosyaları gibi, şüpheli görünen programlardan uzak durarak gerçekleştirir.

Virüsler için oltalanmadan sakınmanın bir diğer yolu da seyrek bulaşmadır. Bazen seyrek bulaştırıcılar , diğer şartlar altında tutunmaya uygun bir aday olabilecek konak dosyasına tutunmazlar. Örneğin bir virüs herhangi bir konak dosyasına bulaşıp bulaşmamaya rastgele bir şekilde karar verebilir ya da konak dosyalarına haftanın belirli günlerinde bulaşmayı tercih edebilir.

Kaçaklık

Bazı virüsler, antivirüslerin işletim sistemine aktardığı bazı istekleri durdurarak antivirüs yazılımını kandırmaya çalışırlar. Bir virüs, antivirüs yazılımının işletim sistemine ilettiği dosyayı okuma isteğinin doğru hedefe ulaşmasını engelleyebilir ve hatta isteği kendine yönlendirmek suretiyle antivirüsten saklanmayı başarabilir. Virüs, daha sonra aynı dosyanın temiz bir versiyonunu antivirüse sunarak dosyanın temiz gibiymiş görünmesini sağlar. Modern antivirüs yazılımları virüslerin bu türden gizlenme tekniklerine karşı koymaya çalışmaktadır. Kaçaklığı engellemenin tek yolu sistemi temiz olduğu bilinen bir ortamdan önyüklemektir.

Şekil değiştirmeler

Birçok antivirüs yazılımı, sıradan programların dosyalarını virüs imzalarını kontrol ederek taramakta ve muhtemel virüsleri bulmaya çalışmaktadır. Bir virüs imzası belirli tip virüsü ya da virüs ailesini belirten özel byte numunesidir. Eğer virüs tarayıcısı incelenen dosyalar içinde böyle bir numune ile karşılaşır ise kulanıcıyı virüs hakkında bilgilendirir. Kullanıcı bu durumda dosyayı silebilir ya da virüsten arındırabilir. Bazı virüsler, virüs imzaları ile tespit edilmeyi güçleştirecek ya da imkânsız hale getirecek teknikler kullanır. Bu türden virüsler her bulaşım esnasında kodlarını değiştirmektedir.Dolayısıyla her konak virüsün farklı bir versiyonunu bünyesinde bulundurmaktadır.

Basit şekil değiştirmeler

Geçmişte virüsler kendilerini basit şekillerde değiştirebiliyorlardı. Örneğin virüsler, kaynak kodlarında yer alan ve görevleri benzer altprogram ünitelerini değiş tokuş etmekteydi. 2+2 yapısındaki bir virüs takas sonunda 1+3 forumuna dönerken işlevinde herhangi bir değişiklik olmuyordu. Günümüzde bu durum gelişmiş virüs tarayıcılar için bir problem oluşturmuyor.

Değişken anahtarlar ile şifreleme

Daha gelişmiş bir yöntem ise virüsü basit şifreleme yöntemleri ile saklamaktı. Bu durumda virüs, ufak bir şifre çözücü modül ile virüs kodunun şifrelenmiş bir kopyasından oluşmaktaydı. Her dosya bulaşmasında virüs faklı bir anahtar ile şifreleniyor olsa da virüsün sürekli sabit kalacak tek bölümü, virüsün son bölümüne iliştirilen çözücü modül olacaktır. Bu durumda virüs tarayıcı virüs imzalarını kullanarak virüsü tespit edemeyecektir, ama sabit olan çözücü bölüm tespit edilerek virüsü dolaylı yollar ile bulmanın imkânı vardır.

Genel olarak virüslerin uyguladıkları çözücü teknikleri basitti ve büyük çoğunlukla her byte'ı ana virüs dosyasında saklanan rastgele hale getirilmiş anahtar ve Xor takısı ile birleştirmek suretiyle elde ediliyordu. Şifreleme ve çözme düzenlerinin aynı olmasından ötürü Xor uygulmalarının kullanılması virüse ek avantaj sağlıyordu. (a XOR b = c, c XOR b = a.)

Çokşekilli Kod

Çokşekilli kodlar, tarayıcılara yönelik ciddi tehdit arz eden ilk teknikti. Şifrelenmiş virüslere benzer şekilde çokşekilli virüsler de dosyalara şifrelenmiş kopyaları ile bulaşmakta idi. Bununla birlikte şifre çözücü modül de her dosya bulaşmasında değişmekteydi. Dolayısıyla iyi yazılmış çokşekilli bir virüs her bulaşmada sabit kalacak hiçbir parçaya sahip değildi ve bu da virüs imzalarını kullanarak virüsü tespit etmeyi imkânsız hale getiriyordu. Antivirüs yazılımları virüsü, öykünücü (emulator) vasıtasıyla çözerek ya da şifrelenmiş virüs gövdesinin istatistiki model analizini yaparak tespit edebiliyorlardı. Çokşekilli koda sahip olabilmek için virüs, şifrelenmiş gövdesi içerisinde çokşekilli motora (değiştirme motoru ya da değişim motoru) sahip olmalıdır.

Bazı virüsler çokşekilli kodları virüsün değişim hızını arttırmakta kullanmaktalar. Örneğin bir virüs zaman içinde yavaş biçimde değişim gösterecek şekilde programlanabilir ya da başka virüs kopyaları bulaşmış dosyalara tutunmaktan kendini alıkoyabilir. Bu türden yavaş çokşekilli viruslerin üstünlüğü, antivirüs uzmanlarının bu türden virüslere ait temsil numulerini elde etmekte zorlanmalarıdır. Çünkü belirli bir zaman sürecinde olta dosyalarına sadece benzer ya da aynı tip virüs versiyonları bulaşacaktır. Bu durum açıkça gösteriyor ki bu türden viruslerin virüs tarayıcıları ile tespiti güvenilir değildir ve sonuç olarak virüsün bazı örneklerinin tespit edilmekten kaçabildiği açıkça belli olmaktadır.

Başkalaşım kodu

Öykünücüler (emulatorler) vasıtasıyla tespit edilmekten kurtulabilmek için her yeni yürütülebilir dosyaya bulaşmadan önce kendilerini tamamiyle yeniden yazan virüslerdir. Başkalaşım geçirebilmeleri için bu viruslerin başkalaşım motoru kullanmaları gerekir. Bir başkalaşım motoru genelde çok büyüktür ve karmaşıktır . Örneğin W32/Simile 14000 satır çevirici dili içerir ve %90'ı başkalaşım motoruna aittir.

Açıklar ve karşı önlemler

İşletim sisteminin virüs saldırılarına karşı açıkları

Biyolojik virüsler ile bilgisayar virüslerinin birçok yönden benzeştikleri bilindiktir. Bir topluluk içerisinde genetik çeşitlilik ne kadar fazla ise, herhangi bir hastalık virüsünün o canlı topluluğunu yok etmesi o derece zorlaşmaktadır. Aynı şekilde bir ağ üzerindeki yazılım sistemlerinin çeşitliliği, virüslerin tahrip ediciciliğini sınırlamaktadır.

Microsoft'un masaüstü işletim sistemleri ve ofis yazılım paketleri pazarında üstünlük sağladığı 1990'larda bu durum özel bir ilgi yarattı. Microsoft yazılımları kullanıcıları (özellikle Microsoft Outlook ve Internet Explorer gibi ağ yazılımları kullanıcıları) virüslerin yayılımı karşısında savunmasızdırlar. Microsoft yazılımları, şirketin masaüstü işletim sistemlerindeki nicelik olarak üstünlüğünden ötürü birçok virüs yazıcısının hedefidir ve virüs yazıcılar tarafından suistimal edilen birçok hata (bug) ve açıkları bünyelerinde bulundurduklarından sık sık eleştiri almaktadırlar. Gömülü (entegre) yazılımlar , dosya sistemlerine erişim imkânı tanıyan betik dillerini içerir uygulamalar (örneğin VBScript ve ağ oluşturma uygulamaları ) da saldırıya açıktır.

Her ne kadar Windows virüs yazıcılar için en gözde işletim sistemi olsa da bazı virüsler diğer platformlarda da gözlenmektedir. Üçüncü parti yazılımları yürüten herhangi bir işletim sisteminde teorik olarak virüsler çalışabilir. Bazı işletim sistemleri diğerlerine nispeten daha az güvenlidir. Unix temelli işletim sistemleri (ve Windows NT temelli platformalar) kullanıcıların yürütülebilir uygulamaları sadece kendilerine ait sınırlandırılmış alanda çalıştırmalarına izin verirler.

2006 yılı olarak Unix tabanlı işletim sistemlerinden biri olan Mac OS X'i hedef alan açık suistimali (exploit)[4] oldukça azdır. Bilinen güvenlik açıkları ise solucanların ve truva atlarının suistimal ettikleri açık sınıflandırmalarına dahil edilmektedirler. Apple'in Mac OS Classic olarak bilinen eski işletim sistemlerine yönelik virüslerin sayısı, bilgi kaynaklarına göre değişiklik arz etmekte. Apple sadece 4 , bağımsız kaynaklar ise 63 kadar virüsün işletim sistemine bulaşabileceğini belirtmekte. Kesin olarak söylenebilir ki Unix tabanlı olmasından ötürü Mac Os işletim sistemlerinin güvenlik açıklarından suistimal edilmeleri diğer işletim sistemlerine nispeten daha güçtür . Macintosh bilgisayarların sayıca az olmasından ötürü Mac virüsleri sadece bir kısım bilgisayarı etkileyebilir ki bu durum virüs yazıcılarını pek cezbetmemektedir. Virüslerden etkilenme nitelikleri ,çoğu kez Apple ve Microsoft arasındaki karşılaştırmaların temelini oluşturmaktdır.

Windows ve Unix benzer betik yeteneklerine sahiptir, ancak Unix normal kullanıcıların işletim sistemi ortamına erişimini engelleyerek olası değiştirmelerin önüne geçerken , Windows bunu yapmaz. 1997'de Bliss olarak bilinen Linux'a yönelik virüs ortaya çıktığında, önde gelen antivirüs şirketleri Unix benzeri işletim sistemlerinin (Linux da Unix tabanlıdır) Windows gibi virüslerin esareti altına girebileceği öngörüsünde bulundu.[5] Bliss, Unix sistemlere yönelik tipik bir virustür. Bliss, kullanıcının kendisini çalıştırması ile aktif hale gelir ve sadece kullanıcının erişim haklarının olduğu alanları (ya da programları) enfekte eder. Windows kullanıcılarının aksine birçok Unix kullanıcısı, program yüklemek ve yazılım ayarlarını yapmak gibi durumlar haricinde yönetici hesabıyla oturum açmazlar , dolayısıyla kullanıcı virüsü çalıştırsa bile virüs işletim sistemi dosyalarına bulaşamayacağı için sisteme zarar veremez . Bliss virüsü hiçbir zaman çok yaygınlaşmadı ve daha çok araştırma merakı aracı olarak kaldı. Daha sonra kaynak kodu , yaratıcısı tarafından araştırmacıların nasıl çalıştığını inceleyebilmeleri adına Usenete postalandı.

Yazılım geliştirmenin rolü

Yazılımlar sistem kaynaklarının izinsiz kullanımını engelleyecek güvenlik özellikleri ile tasarlandıklarından , birçok virüs sistem ya da uygulamalardaki yazılım hatalarını (bug) suistimal ederek yayılırlar. Yazılımlarda çok sayıda hata (bug) yaratan yazılım geliştirme stratejilerinde diretmek, aynı zamanda birçok potansiyel suistimalin de temel kaynağı olacaktır.

Microsoft ve patentli yazılım üreten şirketlerin tercih ettikleri kapalı kaynak yazılım geliştirme süreci birçokları tarafından güvenlik zafiyetinin temel kaynağı olarak görülür. Açık kaynak yazılımlar (GNU Derneği Yazılımları vb.) kullanıcıların uygulama kodlarını incelemesine olanak tanır ve güvenlik problemlerini çözmek için sadece tek bir kuruma bağlı kalınmak zorunluluğunu ortadan kaldırır.

Diğer taraftan bazıları açık kaynak yazılım geliştirmenin, virüs yazıcılarının kullanabilecekleri potansiyel güvenlik problemlerini açığa çıkardığını ve dolayısıyla suistimallerin görülme sıklığının artacağını iddia etmekte. Bu kişiler ,ayrıca, Microsoft gibi popüler kapalı kaynak yazılımların çok fazla kullanıcısı olmasından ötürü süistimal edildiklerini ve yazılımın çokça kullanılması nedeniyle suistimal etkisinin geniş alanlara yayılmasının doğal karşılanması gerektiğini iddia etmekteler.

Antivirüs yazılımları ve diğer önleyici tedbirler

Antivirüs yazılımlarının virüsleri tespit etmekte kullandığı iki metod bulunmaktadır. İlki ve en yaygın kullanılanı, virüs imza tanımlarını kullanmaktır. Bu yöntemin mahzuru , kullanıcının virüs imza listelerinin sadece tespit edilmiş virüslere ait imzaları içermesinden ötürü yeni türeyen tehditlere karşı savunmasız kalmasıdır. İkinci method ise virüslerin genel davranışlarına odaklanarak tespiti gerçekleştiren buluşsal algoritmaları kullanmaktır. Bu method sayesinde antivirüs şirketlerinin henüz tespit edemedikleri virüslerin sisteminizde var olduklarını bulabilirsiniz.

Birçok kullanıcı virüslere ait yürütülebilir dosyalar bilgisayara indirilmesi durumunda tespiti gerçekleştirecek ve dosyaları sistemden temizleyebilecek antivirüs programları kullanmaktadır. Antivirüs yazılımları bilgisayar hafızasını (RAM ve önyükleme sektörleri), sabit ya da çıkarılabilir sürücülerin (sabit diskler ve disketler) dosyalarını inceleyerek ve virüs imzaları veritabanı ile karşılaştırarak çalışırlar. Bazı antivirüs yazılımları aynı usul ile dosyalar açılırken hatta email alıp gönderirken tarama yapabilmektedir. Bu uygulamaya on access tarama denilmektedir. Antivirüs yazılımı, konak programların virüsleri yayma zaafiyetlerini (açıklarını) düzeltmezler. Bunu gerçekleştirecek birkaç adım atıldı ancak bu türden antivirüs çözümlerini benimsemek konak yazılımların garantilerini geçersiz kılabilmektedir. Dolayısıyla kullanıcılar sık sık güncelleme yaparak yazılımlara ait güvenlik açıklarını yamamalıdır.

Kişi, ek olarak önemli verilerin ve hatta işletim sisteminin düzenli yedeklerini alarak virüslerin neden olacakları muhtemel zararları engelleyebilir. Yedeklerin sisteme sabit bağlanmamış, sadece okunabilir ya da erişim engelli (faklı dosya sistemleri ile formatlanmış) ortamlarda saklanması ise çok önemlidir. Bu yol ile , eğer virüs nedeniyle veri kaybı yaşanırsa en son alınmış yedek kullanılarak zarar telafi edilir. Aynı şekilde bir çalışan disk (livecd) işletim sistemi, asıl işletim sistemi kullanılamaz hale geldiğinde bilgisayarı açmak için kullanılabilir. Bir başka yöntem ise farklı işletim sistemlerine ait yedekleri farklı dosya sistemleri üzerinde saklamak. Bir virüsün tüm dosya sistemlerini etkilemesi pek mümkün değildir. Bu nedenle alınan veri yedeklerinin farklı tipte dosya sistemlerine aktarılması uygundur. Örneğin Linux , NTFS bölümlerine yazabilmek için özel yazılım kullanmak durumundadır, dolayısyla kişi bu türde yazılımı kurmaz ve yedeğin aktarılacağı NTFS bölümünü yaratmak amacıyla MS Windows kurulumu gerçekleştirir ise , Linux yedeği virüslerinden korunmuş olacaktır. Benzer şekilde, MS Windows Ext3 dosya sistemini okuyamaz ve dolayısıyla Linux kurulumu ile elde edilecek bir Ext3 bölümüne yedeklerin aktarılması yedeği tehditlerden uzak kılacaktır.

Virüs Temizleme Yöntemleri

Bir bilgisayar, virüsün zararlı etkileri altındaysa , işletim sistemini yeniden kurmadan bilgisayarı kullanmaya devam etmek güvenli olmayacaktır. Bununla birlikte, bir bilgisayar virüs kaptığında tercih edilebilecek birçok toparlama seçeneği bulunmaktadır. Uygun olan uygulama virüs tipinin ciddiyetine bağlı olarak seçilir.

Virüs temizleme

1. yöntem: Windows Xp üzerindeki bir olasılık, önemli kayıt ve sistem dosyalarını önceden kaydı yapılmış bir denetim noktasına geri döndürecek sistem geri yükleme aracını kulanmaktır.

2. yöntem: AntiVirüs ve AntiSpyware'ler ile silmektir.Bedava Antivirüs olarak Avast, Bedava AntiSpyware olarakta Avg AntiSpyware'dirAvast Download Avg AntiSpyware Download

İşletim sisteminin tekrar kurulumu

Aşırı ciddi durumlarda işletim sistemini tekrar kurmak gerekebilir. Bunu yapmak için tüm diski silmek ve virus bulaşmamış temiz bir ortam aracılığıyla kurulumu gerçekleştirmek gerekir.

Bu metin GNU Özgür Belgeleme Lisansı ile lisanslandırılmıştır (bu lisansın gayrı-resmi bir Türkçe çevirisi mecuttur). "Computer Virus" adlı Wikipedia maddesinden alıntı yapmaktadır.

Bilgisayar virüsleri kendilerini yasal programlara yamayan ve bu programların normal işleyişlerini bozan kod parçalarıdır. Değiş tokuş edilen disklerde, internette, yerel ağlarda dolaşabilirler. Kendileri bir program olan, genelde ağlarda dolaşan ve ‘solucanlar’ adı verilen programlardan teknik olarak farklıdırlar. Daha değişik bir tür, ‘Truva atları’, yıkıcı programların üçüncü üyesidir. Kendilerini kopyalamazlar fakat insanların onları pornografik veya diğer türlü çekici içerikleri yüzünden kopyalaması ilkesine dayanırlar. Virüs ve solucan programlarının ikisi de aslında bilgisayar dilinde ‘İkileştir Beni’ diyen programlardır. Her iki tür de varlıklarını hissettirecek ve belki de yazarlarının önemsiz kendini beğenmişlik duygularını tatmin edecek diğer işler yapabilirler. Yan etkileri ‘gülünç’ olabilir (Macintosh bilgisayarın dâhili hoparlöründen ‘Panik Yapmayın’ ifadesini seslendiren ve tahmin edilebileceği gibi bunun tersi bir etki yapan virüsler gibi); kötü niyetli olabilir (az sonra gerçekleşecek felaketi kıs kıs gülen bir ekranla haber verdikten sonra hard diski silen virüsler gibi); politik olabilir (İspanyol Telekom ve Pekin virüsleri sırasıyla telefon ücretlerini ve öğrencilerin katledilmelerini protesto ederler); ya da sadece beceriksiz olabilir (programcı etkili bir virüs ya da solucan yazmak için gerekli düşük seviye sistem çağrılarını idare etme konusunda beceriksizdir). 2 Kasım 1988’de ABD’nin bilgisayar gücünün büyük çoğunluğunu felç eden en ünlü İnternet Solucanı (çok) kötü niyetle yazılmamıştı fakat kontrolden çıktı ve 24 saat içerisinde yaklaşık 6000 bilgisayarın hafızasını işgal ederek, gittikçe artan bir hızda kendini kopyalamaya başladı.