Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Kasım 2010 Cuma

Kurgu Politikaları Elif Şafak

Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Yaşamımda yaptığım budur–hikayeler anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum ve ayrıca cin adı verilen doğaüstü yaratıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi yaşam öyküme dair bazı belirtileri paylaşmak istiyorum. Bunu elbette kelimeler aracılığı ile yapacağım ama geometrik bir şekil de kullanacağım, çemberi. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız.

Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Yaşamımda yaptığım budur–hikayeler anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum ve ayrıca cin adı verilen doğaüstü yaratıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi yaşam öyküme dair bazı belirtileri paylaşmak istiyorum. Bunu elbette kelimeler aracılığı ile yapacağım ama geometrik bir şekil de kullanacağım, çemberi. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız.

Fransa Strasbourg’da Türk bir ailenin çocuğu olarak doğmuşum. Kısa süre sonra ebeveynim boşandı ve ben de annemle beraber Türkiye döndüm. O günden sonra, bekar bir annenin yetiştirdiği tek bir çocuk olarak büyüdüm. 1970′li yılların Ankara’sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu kalabalık ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı seyrederek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise aynı zamanda bana bakan daha manevi ve az eğitimli ve kesinlikle daha az mantıklı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eritip, kötü niyetli nazardan sakınan biriydi.

Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri olanlar veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya, yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için tekrar geri gelirdi. Şimdi, böyle şeyleri sizin gibi bilim adamlarının, eğitimli kişilerin önünde söylememem gerektiğinin elbette farkındayım, ama gerçek olan şey, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile iyileşmemiş ve mutsuz ayrıldığını görmedim. Bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana “Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücünden de kaçınmalısın” dedi.

Bu ondan öğrendiğim pek çok şey arasında, çok değerli bir ders oldu. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride kuruyup kalacaktır. Şimdi hepimiz sosyal ve kültürel bir çeşit çemberin içinde yaşıyoruz. Hepimiz. Belli bir aileye, ulusa ve sınıfa bağlı olarak doğuyoruz. Ama bu sahip olduğumuz duvarların ardındaki dünyalarda olan bitenler bir bağlantımız olmazsa, o zaman bizim de içeride kuruma riskimiz vardır. Hayal gücümüz azalabilir. Kalplerimiz küçülebilir. Kendi kültürel kozamızın içinde çok uzun süre kalırsak insani yönümüzü kaybedebiliriz. Arkadaşlarımız, komşularımız, iş arkadaşları ve ailemiz– çemberin içindeki herkes birbirine benzediğinde bu kendi ayna görüntümüz ile çevremizin sarıldığı anlamına gelir.

Anneanneme benzeyen kadınların Türkiye’de yaptıkları diğer bir şey de, aynaları kadifeler ile örtmek ve onları arkaları bize bakacak şekilde duvara asmaktır. Bu eski bir doğu geleneğidir; bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu bilgisinden köken alan bir gelenektir. İronik olan, benzer düşünceleri taşıyan toplulukların bugünün globalleşen dünyası için büyük bir tehlike oluştırması. Ve bu her yerde de olan birşey, liberallerde de, muhafazakarlarda da, agnostiklerde de ve inançlılarda da, zengin ve fakirde, doğu ve batıda benzer. Benzerliklere dayalı kümelenme eğilimindeyiz, daha sonra da diğer kümelenmiş insanlarla ilgili klişe sözlerler üretiyoruz. Benim fikrime göre, bu kültürel “getto”ları aşmanın bir yolu da hikaye anlatma sanatı. Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımıza küçük yumruklarla delikler açabilir. Bu deliklerin içinden, diğer tarafta bir bakış atıp hatta zaman zaman gördüğümüz şeyden hoşlanabiliriz de.

Sekiz yaşında kurgusal öyküler yazmaya başladım. Annem bir gün elinde turkuvaz rengi bir defter ile yanıma gelip kişisel bir günlük tutmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Arkaya bakınca, onun akıl sağlığımla ilgili hafif bir endişesi olduğunu da düşünüyorum. Evde sürekli hikayeler anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunu çevremdeki hayali arkadaşlarıma yapıyordum, bu pek iyi değildi. İçe dönük bir çocuktum; ve bu durumum renkli mum boyalarımla iletişime geçecek ve çarptığım objelerden özür dileyecek boyuttaydı. Ve annem de benim gün gün yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi gelebileceğini düşünmüştü. Annemim bilmediği şey ise hayatımdan inanılmaz derecede sıkıcı olduğu ve yapmak istediğim son şeyin de kendim hakkında yazmak olduğuydu. Bunun yerine, kendim yerine başka insanlar ve şeyler hakkında hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu yazmaya karşı tutkum da bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri, kurgu benim için otobiyografik manifestasyonlardan ziyade soyut dünyalara, diğer yaşamlara başka olasılıklara yapılan manevi yolculuklardı. Ve lütfen benimle sabır gösterin. Bir çember çizip yeniden bu noktaya döneceğim.

Bu süreçler sırasında başka bir şey daha oldu. Annem bir diplomat oldu. Yani anneannemin bu küçük ve batıl inançlı orta sınıf muhitinden dışarıya çıkarak, şık, havalı ve parlak olan şu uluslararası okula tek Türk olarak zıplayıverdim. İlk defa burada “tipik yabancı” adını verdiğim şeyle de karşılaşmış oldum. Sınıfımızda, her ulustan pek çok öğrenci vardı. Yine de bu farklılıklar sınıfımızda kozmopolit eşitlikçi bir sınıf demokrasisi yaşamamızı gerektirmiyordu. Aksine, her bir çocuğun kendisinin bir birey olarak algılanmadığı bunun yerine daha büyük bir şeyin temsilcisi olarak görüldüğü bir atmosfer oluşmasına neden olmuştu. Minyatür bir birleşmiş milletler gibiydik, aslında eğlenceliydi, ta ki, dinsel veya ulusal anlamda negatif olarak algılanan bir şey ortaya çıkana dek. Bunu temsil eden çocuğun taklidi yapılırdı, aşağılanır ve sınırsız dalga geçilirdi. Ve düşünemediğim şey ise, bu okula devam ettiğim süre boyunca, ülkemde bir askeri darbenin yaşandığı, benim ulusumdan bir tetikçinin neredeyse Papayı vurduğu ve Türkiye’nin Eurovizyon şarkı yarışmasında sıfır aldığıydı.

O günlerde sıklıkla okulu asar ve bir denizci olmanın hayalini kurardım. Kültürel klişeler ile ilgili ilk deneyimimi de orada aldım. Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum “Geceyarısı Ekspresi” filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin çok fazla sigara içtiğini sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı araştırıyorlardı. Bu üçünün ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü. İspanya’dan sonra Ürdün’e, Almanya’ya gittik ve Ankara’ya döndük. Gittiğim her yere yanımda taşıyabileceğim hayalgücüm tek bavulum gibiydi. Hikayeler bana başka türlü sahip olamayacağım bir merkeziyet devamlılık ve tutarlılık hissi verdi.

Yirmili yaşlarımda İstanbul’a taşındım, aşık olduğum şehir. Çok canlı ve çeşitlilikle dolu bu muhitte yaşarken pek çok roman yazdım. 1999′da deprem İstanbul’u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan çıktım, gördüğüm bir şey ise hızımı kesti. Mahallenin bakkalı olan– huysuz alkol satmayan yaşlı bir adam vardı marginallerle de konuşmazdı. Uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri yanaklarından aşağıya akmış bir marjinalin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim. Ve depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan tek görüntü budur– muhafazakar bir bakkal ve ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi farklılıklarımız buharlaşır ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz bir oluruz. Ben her zaman hikayelerin de üzerimizde benzer şekilde bir etkisi olduğuna inanmışımdır. Kurgunun bir deprem kadar gücü olduğunu söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, küçük apartman dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş olduğumuz hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek başımıza geceye dalarız.

Kısa süre sonra, önce Boston sonra da Michigan’a bir kadın kolejine gittim. Çok fazla bir coğrafik değişim yaşamamış olsam da, dil ile ilgili bir deneyimim oldu. İngilizce kurgu yazmaya başladım. Göçmen, mülteci veya sürgün değilim. Bunu neden yaptığımı sordular. Ama diller arasında değiş tokuş yapmak bana kendini yeniden yaratma şansı veriyor. Türkçe yazmaya bayılıyorum, bana göre çok şiirsel ve duygusal bir dil. Ve ingilizce yazmaya da bayılıyorum ve bana göre bu daha matematiksel ve mantıksal. Yani her bir dil ile farklı bağlantılarım olduğunu hissediyorum. Bana göre İngilizce dünya çevresindeki diğer milyonlarca insan için olduğu gibi edinilmiş bir dil. Bir dili öğrenmeye geç başladığınız durumda, olan şey aralıksız bir şekilde devam eden bir hayal kırıklığı yaşarsınız. Geç başlayanlar olarak, hep daha çok söylemek, daha iyi şakalar yapmak, daha iyi şeyler söylemek isteriz. Ama akıl ve dilin arasındaki ayrılıktan dolayı sonunda daha azını söyleriz. Ve bu ayrılık da çok göz korkutucudur. Ama, eğer korkmamayı başarırsak son derece de uyarıcıdır. İşte benim de Boston’da keşfettiğim buydu– yaşadığım hüsran aynı zamanda son derece uyarıcıydı

Bu aşamada, yaşamımın aktığı yönü giderek artan bir merakla seyreden anneannem, günlük dualarına benim bir an önce evlenip bir yerlere yerleşip orada kalmamı da eklemeye başladı. Ve Allah onu sevdiği için de ben evlendim. Ama yerleşmek yerine, Arizona’ya gittim. Ve kocam da İstanbul’da olduğu için, İstanbul ve Arizona arasında gidip gelmeye başladım. Dünya üzerinde birbirinden daha çok farklı iki yer daha olamaz sanırım. Sanırım bir parçam hem fiziksel hem de manevi olarak her zaman göçebeydi. Hikayeler bana eşlik eder, varoluş yapıştırıcısı gibi parçalarımı ve hafızamı bir arada tutarlar.

Hikayeleri ne kadar çok sevsem de, yakın zamanlarda bir hikayenin sadece bir hikayeden fazlası olduğunda, sihrini de kaybettiğini düşünmeye başladım. Ve bu sizinle birlikte düşünmekten keyif alacağım bir konu. İngilizce yazmış olduğum ilk romanım Amerika’da yayınlandığında, bir edebi eleştirmenden ilginç bir yorum aldım. “Kitabını beğendim“, “ama keşke daha farklı yazmış olsaydın” dedi. Bunu ne anlamda söylediğini sordum. “Tamam, şöyle bir bak. Çok fazla sayıda İspanyol, Amerikan karakter olmasına rağmen sadece tek bir Türk karakter var, o da bir erkek.” Roman Boston’da bir üniversite kampüsünde geçiyordu. Yani bana göre Türk karakterlerden ziyade enternasyonel karakterleri içermesi çok normaldi. Ama eleştirmenimin ne aradığını anladım. Ayrıca onu hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğimi de anladım. Benim kimliğimin belli olmasını istiyordu. Ben de öyle olduğum için o kitapta Türk bir kadın görmek istiyordu.

Hikayelerin dünyayı nasıl değiştirdiğinden sıklıkla bahsederiz. Ama ayrıca kimlik politikalarıyla dolu dünyanın hikayelerin çizdiği çemberleri nasıl etkilediğini, okuduğunu ve yenilediğini de görmeliyiz. Pek çok yazar bu baskıyı taşır, ama özellikle batılı olmayanlar çok daha ağır hisseder. Ama eğer benim gibi müslüman bir dünyadan gelen bir kadın yazarsanız, o zaman sizden müslüman kadınların tercihen mutsuz hikayelerini yazmanız beklenir. Bilgilendiren, dokunaklı ve karakteristik hikayeler yazıp deneyimleri ve “avangard”ı da batılı meslektaşlarınıza bırakmanız beklenir. Madrid’de bulunan o okulda çocukluğumda deneyimlediğim şey şu anda edebiyat dünyasında yaşanıyor. Yazarlar, kendilerine özgü yaratıcı bireyler olarak görülmekten ziyade kendi kültürlerinden gelen temsilciler olarak algılanıyorlar. Çin’den bir kaç tane, Türkiye’den bir kaç tane, Nijerya’dan birkaç tane. Çok ayrıcalıklı olmasa da hepimizin kendimize özgü bir şeye sahip olduğu düşünülebilir.

Yazar ve yorumcu James Baldwin 1984 de bir röportaj sırasında sürekli homoseksüelliği ile ilgili sorulara maruz kalmıştı. Ropörtaj onu gay bir yazar olarak hasıraltı etmeye çalışırken, Baldwin durdu ve şöyle dedi, “Görmüyor musunuz? Başkalarında olmayan hiç bir şeye sahip değilim ve diğer kişilerde bulunmayan bir şeye de sahip değilim.” Kimlik politikaları bizlere etiketler takmaya çalıştığında hayal kurma özgürlüğümüz tehlikeye girer. Çok kültürlü edebiyat denilen ve batı dünyası dışından gelen yazarların birbiriyle yumak olduğu bir edebiyat kategorisi var. Harvard meydanında 10 yıl önceki ilk çok kültürlü edebiyat deneyimimi asla unutmayacağım. Üç yazar vardı, birisi Filipinlerden, bir Türk ve bir de Endonezyalıydık– fıkra gibi malum, birlikte getirilmiş olma nedenimiz de aynı artistik stile sahip olmamız değildi ya da aynı edebi stilde değildik. Sadece pasaportlarımız yüzündendi. Çok kültürlü yazarlardan gerçek hikayeler anlatmaları beklenir, kurgu pek beklenilmez. Kurguya yüklenilen bir misyon var. Bu şekilde sadece yazarların kendileri de değil onların kurguladıkları karakterler de daha büyük bir şeyin temsilcisi oluyorlar.

Ama hemen eklemeliyim ki bir hikayeyi hikaye olmaktan daha daha büyük bir yere getirme eğilimi sadece Batı’da yok. Bu her yerde böyle olabiliyor. 2005 Yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları yüzünden bana dava açıldığında bunu ilk elden deneyimlemiş oldum. Bir Ermeni ve bir Türk ailesi hakkında kadınların gözlerinden çok kesitli bir hikaye kurgulamayı amaçlıyordum. Benim mikro hikayem bir makro sorun haline gelince davalık oldum. Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için beni bazıları kutlarken bazıları da eleştirdiler. Ama zaman zaman iki tarafa da bunun sadece bir kurgudan ibaret olduğunu anımsatmak istediğim zamanlar oldu. Sadece bir hikayeydi. Ve “sadece bir hikayeydi” derken işimi küçümsüyor da değilim. Kurguyu olduğu şey şey için sevmek istiyorum, sonucunda olanlar için değil.

Yazarlar politik görüşleriyle başlık altına alınır ve bir takım güzel politik romanlar da var ama kurgusal lisan ve günlük politik lisan aynı şey değildir. Chekhov, “Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı konudur” demiştir. “Ve ikincisi de sanatçının sorumluluğundadır” Kimlik politikaları bizleri böldü. Kurgu ise birleştiriyor. Birisi genellemeleri süpürmekle ilgileniyor. Diğeri ise nüansları. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise öncü tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan oluşuyor. Kurgu ise akan bir su gibi.

Osmanlılar döneminde seyyar hikaye anlatıcları, meddahlar vardı. Kahvehanelere giderler izleyicilerin önünde hikayeler anlatırlar, çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikayedeki her yeni kişiyle birlikte, meddah sesini değiştirirdi, o karakteri canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi– sıradan insanlar, hatta sultan bile, müslümler ve gayrı-müslümler. Hikayeler tüm sınırları kesip atar. Orta Doğu’da çok yaygın ve popüler olan “Nasreddin Hoca” hikayeleri gibi. Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya’da da. Bugün, hikayeler sınırları aşmaya devam ediyorlar. Filistin ve İsrail politikacıları konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistin’li bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor vesaire, hikayeci ile bağlanıyor, hikayeci ile empati kuruyor. Edebiyatın bizi daha da öteye taşıması lazım. Eğer başaramazsa zaten iyi bir edebi eser değildir.

Kitaplar beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocukluktan kurtardılar. Ama onları putlaştırıyor olma tehlikesinin de oldukça farkındayım. Bir şair ve tasavvufcu olan Rumi, ruhsal eşi Şems-i Tebrizi-i ile karşılaştığında ikincisinin ilk yaptığı şeylerden birisi Rumi’nin kitaplarını suya atmak ve mektupların yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der: “Sizi kendinizden öteye götürmeden öteye taşıyan bilgi cahillikten de kötü bir bilgidir.” Bugünün kültürel “getto”larının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok şey biliyoruz, bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden daha öteye götürmeyen bilgi bizi elitçi yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve yere köklüdür. Ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir çember çizer. Aynı kurgumda olan gibi. Bir parçam istanbul’da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı geziyor, farklı kültürleri birleştiriyor. Bu açıdan, kurgularımın hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de her yerden olduğunu düşünmeyi seviyorum.

Sizlerden İstanbul’a gelenler büyük ihtimal Topkapı sarayını da görmüşlerdir, 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı sultanları orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyerlerin bulunduğu odanın hemen dışında binaların arasında ecinnilerin buluşma bölgesi denilen bir yer vardır. Bu görüş benim çok ilgimi çekiyor. Birşeylerin arasında kalan bu bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları kaypaklığın simgesi olarak görülen ve dumansız ateşten yapılmış ecinni denilen doğa üstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle kaypak ve belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve güvenilmezliği sevgiyle kucaklıyorum. 10 Sayfa sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerimin beni şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda müslüman bir kadını yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikaye olur. Bir sonraki kitabımda ise Norveçten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor olabilirim. Kalbimizden geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında yazabiliriz.

Audre Lorde bir defasında “Beyaz babalarımız bizlere düşünüyorum öyleyse varım demeyi öğrettiler” demişti. Ama onun önerisi “Hissediyorum, o zaman özgürüm” idi. Ben bunun harika bir kip kayması olduğunu düşünüyorum. Ama, o zaman neden bugün hala yaratıcı yazım kurslarında öğretmenlerin bizlere ilk söyledikleri şey neden bildiğiniz şeyi yazın oluyor? Belki de bu başlamak için doğru bir yol değildir. Yaratıcı edebiyatta kendimizi veya bildiklerimizi veya kişiliğimizi belirleyen şeyleri yazmamız gerekmiyor. Kendimize ve gençlere kalplerimizi genişletmeyi öğretmemiz gerekiyor ve hissettiklerimizi yazmayı. Kendi küçük kültürel “getto”muzdan dışarıya çıkmamız ve bir sonrakini ziyaret etmeliyiz.

Sonuçta, hikayeler dönen dervişler gibiler, çember üstüne çemberler çizerler. Tüm insanlığı kimlik politikaları ne olursa olsun birleştirirler. Ve bu da iyi haber. Ve eski bir Sufi şiiri ile bitirmek istiyorum. “Gelin tanış olalım; İşi kolay kılalım; Sevelim sevilelim; Dünyaya kimse kalmaz.”

Teşekkür ederim.

Oxford’daki TED konferansından

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder